26 Mayıs 2009 Salı

Hukukçu Yetiştirmek


HUKUK ÖĞRENİMİ:

Bir Alman-Türk Karşılaştırması



Yalnızca hukuk öğrenimi bakımından değil, yüksek öğrenimin her dalı açısından üniversiteler; kuruluş, işleyiş ve eğitim-öğretim felsefelerini belirlerken temel bazı ikilemlerle karşı karşıyadırlar. Üniversite ne işe yarar? Bilim yuvaları mıdır, yoksa geleceğin meslek adamlarını yetiştiren, geleceğin profesyonellerine, mesleklerini layıkı ile icra etmeleri için gerekli bilgisel ve teknik donanımı veren meslek okulları mı? “Her ikisi” diye yanıt vermek kolaydır ancak bilinmesi gereken; üniversitelerin, her iki ereği gerçekleştirmeye çalışırken hiçbirini gerçekleştirememe tehlikesi içine düşebilecekleridir.

Üniversitelerin, bu arada şüphesiz hukuk fakültelerinin de uygulamalı-“bilim” yuvaları, yalnızca ama yalnızca bilim yuvaları olması gerektiği görüşünü savunuyorum. Bilimsel donanım ve türlü türlü hukuksal kuram ve yaklaşımları öğrenmek, geleceğin hukukçularına belli-başlı yasaların iç-teknik yapılarını körü körüne öğrenmekten çok daha fazla mesleki fayda sağlayacaktır. Çamaşır makinesi tamir ustalığı ya da kombi teknisyenliği ile makine mühendisliği arasındaki farktır bu. Yasalar ve yasaların iç-teknik yapıları değişebilir ama hukuk mühendisliği, değişen yapıları belirli ilke ve yaklaşımlarla kavramayı gerektirir. Örneğin ceza kanunları değişti diye, avukatların, savcıların ve hakimlerin sıkıntıya düşmesi sorunu, ancak hukuk mühendisliği becerileri olan hukukçuları yetiştirmekle aşılabilir. Uygulama bilgisi ve deneyim eksikliği ise, “göstermelik olmayan”, çaplı bir avukatlık ya da yargıçlık staj eğitimiyle tamamlanmalıdır fikrindeyim. Bu fikri, Alman-Türk öğretim ve sınav karşılaştırması örneğinde savunacağım.

Hukuk fakültelerinde uygulamalı dersler verilmesin demiyorum. Aksine, hukuk fakültelerinde hem uygulamacıların da ders vermesine olanak verilmeli hem de kuramsal derslerin yanında uygulama dersleri olmalı. Olmalı, olmalı ama hukuk fakültesi; öğrencilerine, kurum ve kuralları öğretmenin yanında, hukuksal-denklem çözmek için gerekli kuramsal ve mantıksal-felsefi temeli verebilmeli; kurum ve kuralların, değişen koşullarda nasıl olması gerektiği üzerinde de kafa yorabilecek meslek insanları yaratabilmelidir. İyi bir mühendis, her zaman iyi bir mucit olmalıdır kanısındayız. Mühendislik bilgileri, çoğu zaman, somut projelerde ortaya çıkan bir dizi sorunun altedilmesi yolunda kullanılır. Olası sorunlar önceden tahmin edilemeyeceği için fakültelerde tek tek öğretilemez ama değişen sorunları çözebilmek yolunda temel bir yaklaşım becerisi geliştirmek, öğretilebilir. Aynı durum tıp öğrenimi için de geçerlidir kanısındayız. Ne kadar uygulamalı eğitim almışsanız alın, eğer tedavi protokollerinden sapmayı ya da bir yenilik yaratmayı gerektiren yeni bir sorunla karşılaşmışsanız, bu sorunu, ancak modellemeler yapabilmenizi sağlayan mesleki-kuramsal yetkinliğiniz sayesinde çözebilirsiniz. Teknisyenle meslek insanının farkı budur. Teknisyen, öğrendiği şeyi uygular. Meslek insanı ise yeni bir uygulama yapabilmek için ne öğrenmesi gerektiğini bilir.

Hukuk öğrenimimizin yapısı pek esnek değildir. Dört yıl içinde belirli dersler özellikle temel kanunlar ele alınarak ve doktriner ve yargısal kararlara değinilerek dersler anlatılır. Hukuk öğrenimi, kanun öğrenimidir. Her dönem ya da yıl, alınması gereken bir dizi ders vardır: Bunları üç grupta toplayabiliriz: Birincisi Anayasa ve İdare Hukuku grubu, ikincisi Medeni Hukuk Grubu ve üçüncüsü Ceza Hukuku grubu. Usul hukuku da bu üç grubu destekleyici ve uygulamaya yönelik olarak anlatılmaktadır. Hukuk felsefesi ve hukuk sosyolojisi ya da adli tıp, adli psikoloji gibi branşlar, öğenciler tarafından “geçiştirilen”, tümüyle “Hocanın” bireysel çabaları sayesinde önem addedilen ve uygulamaya yarar getirmeyeceği düşünülen branşlardır. Doğru mudur bu düşünce? Hayır. Hukuk felsefesi ve sosyolojisinin bir hukukçuya kazandıracağı düşünce zenginliği son derece önemlidir. Üstelik hukuk fakültelerinden, salt geleceğin hukuk uygulayıcılarının çıkmadığı, hukuk donanımının, toplumsal olarak son derece geniş bir yelpazede gerekli olduğu bilinmektedir. Hukuk fakültesi mezunu; avukat, noter, savcı ve hakim olabileceği gibi akademisyen, diplomat, gazeteci, personel sorumlusu, yayıncı, kaymakam vb. meslekleri de edinebilir. Hukuk bir meslek dalıdır ama aynı zamanda çağımızın toplum mühendisleri de çoğunlukla hukukçulardan oluşmaktadır.

Bu yazıda Türkiye’deki hukuk öğrenimi sistemini anlatmayacağım, bu sistem biliniyor. Sadece genel olarak hukuk öğreniminin özelliklerine ve temel sorunlarına işaret edip özelde de Alman sistemini açıklamaya geçeceğim. Sonra da karşılaştırmalı bir iki not düşeceğim. Hukuk nasıl öğretilmeli ve öğrenilmeli sorusuna değinirken öncelikle bazı ön-notlar düşmek gerekli.

Türkiye’de hukuk fakültesine bilinçli ve entelektüel bir donanımla başlayan bir öğrenci için aslında alması gereken bir dizi dersten “’bilim”çıkarmak ve kendi özgür iradesiyle kendi donanınımı kurmak mümkündür. Ankara Hukuk sıralarında iken Genel Kamu Hukuku Hocamız Yahya Zabunoğlu şöyle söylemişti: “Kimileri dersi nasıl anlatırsanız anlatın başarılı olacaktır. Kimileri de başarısız. Ben, ne anlatıldığına ve nasıl anlatıldığına göre başarılı ya da başarısız olabilecek çoğunluğa hitap ediyorum.”

Herhangi bir düzeni yerleştirmeye çalışmak, o düzen içinde yaşayan ve o düzene uyması beklenen muhatapların psikolojik, kültürel, toplumsal ve ekonomik niteliklerine sıkı sıkıya bağlıdır. Hukuk eğitiminde “Hilton” standartlarını, öğrenciyi ve meslek insanını etkileyen bireysel ve toplumsal koşullardan bağımsız olarak savunmak zordur. Çünkü belirli bir birikimle fakülte sıralarına gelen öğrencilerin bilişsel, heyecansal, beklentisel, kültürel, ekonomik vb. geçmişleri ve halihazırdaki donanımları, öğretimin niteliğini belirleyen önemli bir etmendir. Öğrenimin niteliğini belirleyen daha önemli bir etmen daha vardır: Öğretim üyesi. Hukuk öğrenimi hakkındaki önyargıları yıkmak, öğrencinin ezbercilikten çok, bilgisel donanıma dayalı argümentativ yeteneklerini geliştirmesini sağlamak öğretim üyesinin işidir. Bununla birlikte öğretim kalitesinin düzeyi, toplumun hukukçulara biçtiği rolden ve hukukçulardan beklediği hizmetten de soyutlanamaz. “Adalet düzeninin” içinde bulunduğu sorunlar ve bu sorunların nedenleri, hukuk öğreniminin kalitesizliğinin de nedeni olacaktır. Bu savımın, hukuk öğretiminin uygulamadan çok kurama değinmesi fikriyle çelişir göründüğünün farkındayım. Ancak bu çelişkiyi giderme yolları da vardır ve bu yollar, uygulamadan “bahsetmek” anlayışında değil, kuramın uygulamadaki izdüşümünü açıklıkla öğretmek anlayışında somutlaşır. “Yasa sözü ile ve ruhu ile temas ettiği tüm meselelerde geçerlidir” “Bu da ne demek? Burada ne demek isteniyor? Kim çıkardı bu sözü?” sorularına yanıt verilmeden girişilen bir medeni hukuk dersiyle, gelecekte iyi medeni hukukçular yetişeceğini ummak safdillik olur kanısındayım. Bu tezin, Almanya, ABD vb. batı ülkelerinden ziyade ülkemizde daha fazla geçerli olmasının sosyolojik gerekçeleri yazının bütününden çıkarılabilir.

Hukuk öğrenimi, bir yönüyle tıp öğrenimine benzer. İkisi de uygulamalı bilimdir ve ikisinde de belirli bir düzende çıkan “çatışmalar” ya da “sorunlar” uygun protokollerle çözülmek zorundadır. Belki tıpta “sağlıklılık” ne ise, hukukta da “hakça’lık” odur. Aslında ülkemizde tıp öğrenimi de hukuk öğrenimiyle aynı açmaz içindedir. Multiple choice sınavlarla tıbbı bitiren bir hekimden, eğer kendini yeterince geliştirmemişse, “sağlıklı” bir sağlık hizmeti bekleyemezsiniz. İstisnalar kuralı bozmaz. Tıp öğreniminde de, kavranılması gereken bir düzen ya da düzensizlik vardır. Hukuk açısından bu düzen ya da düzensizliğin zemini, toplumsal ya da bireylerarası hukuksal/hukuka aykırı ilişkiler zeminidir. Tıpta temel zemin, bedensel ve ruhsal düzen zeminidir. Her iki meslekte de şu ya da bu şekilde sağlıklı ve huzurlu olan korunmak, sağlıklı ve huzurlu olan bozulma tehlikesi gösteriyorsa, bu tehlike, tedavi ya da telafi edilmek zorundadır. Fakat her iki meslek insanının elinde, özellikle hukukta avukatlar, tıpta hekimler açısından kesin çözümler, güvenceli uygulamalar yoktur. Tedavi belirli protokollere bağlı olarak yapılsa da, uygulama sürecinde çok sayıda başka etken girmektedir işin içine. Yasa koyma ya da uygulama veya yargısal süreçler açısından; siyasetin örgütlenme biçimi, sosyo-ekonomi, sosyo-kültür, toplumun yapısı, yargıcın kapasite ve bilgisi, diğer yargılama sujelerinin davranış ve ihmalleri, yasaların adil ya da adaletsiz olmaları kaliteyi etkiler. Her iki meslek insanı da önlerindeki “vaka”yı çözerken öteden beri yerleşmiş belli başlı geleneksel protokollere uyarak olumlu sonuca gidebilecek olsalar da, ciddi vakaların çoğunda ortaya çıkan sorunlar; klasik protokollerin uygulanmasını zorlaştırır ve meslek insanını –bir dereceye kadar- protokolden sapmaya yada protokolü kısmen değiştirebilecek ölçüde yaratıcı olmaya zorlar. İşte meslek insanına bu yaratıcılığı, ancak, bilimselliği ve bilimsel yaklaşımı esas alan bir üniversite öğrenimi, aslında eğitimi, verebilir.

Salt öğretmek kolaydır. Öğrenmek de. Bilgisel ve bilişsel süreçlerde hayvanlar da az çok başarılı performanslar göstermişlerdir. Ülkemizde meslek insanının, öğrenmekten çok mesleki terbiyeye, farklı farklı durum ve koşullara cevap verebilecek modelleme becerilerine gereksinim duyduğunu ve bu terbiyenin aslında mesleki sorunlara bir yaklaşım tarzı olduğunu düşünüyorum. “Bir yandan...ama öte yandan” yaklaşımını sergileyemeyen bir hekim ya da hukukçunun mesleki soru ve sorunlara katı yaklaşacağını ve atadan dededen öğrenilen protokollerle çalışıp, çoğunluğu o protokollere uydurulamayan “vaka”lar konusunda bocalayacağını tahmin etmek zor değildir.

Batı dünyasında, hukuk eğitimi konusunda “fazla mantıkçı” yaklaşımlar eleştirilmektedir. Fakat biz daha mantığa giremedik ki onun hukukta fazla kullanılmasını eleştirmeye başlayalım. Aynı şey, tümdengelimci ve kavramlaştırmacı eğitim anlayışı konusunda da geçerlidir.

Başka yerlerde hukuk nasıl öğretiliyor ve neden o şekilde öğetiliyor? Dilerseniz, bu yazıda, Alman örneğinde bir karşılaştırmaya gidelim, sonra belki başka yazılarda diğer sistemleri ele alırız:

Federal Almanya’da yurttaşların kültürel ve sosyo-ekonomik düzeyi -son yıllarda bazı sıkıntılar yaşansa da- oldukça yüksektir. Ülkede yalnızca temel eğitim değil, anaokul da (Kindergarten) bir zorunluluktur ve kamusal kaynaklarla kurulup sürdürülmektedir. Lise öğrenimi, ülkemizden iki yıl daha fazla sürmekte ve belirli bir aşamadan sonra öğrenciler, yetenek ve becerilerine göre, elitist bir yaklaşımla üç gruba ayrılarak eğitilmektedir: Hauptschule, bir insanın toplumsal olarak varolabilmesi ve herhangi bir iş bulabilmesi için gereken asgari bilgileri veren bir okul olarak en alt seviye yetenekleri geliştirir. RealSchule ikinci seviyedir ve Gymnasium, en yeteneklilerin, yani aslında üniversiyete gidecek olan öğrencilerin toplandıkları bir temel öğretim-eğitim kurumudur. Gymnasium’u bitiren bir ögrenci en az iki yabancı dili az çok bilir ya da en azından geliştirebilir durumdadır. Ve özellikle bitirme kursu adı verilen derslerle, seçtiği belirli bir dalda öğrenimini derinleştiren öğrenci, konusunda oldukça ileri sayılabilecek düzeyde bilgi sahibidir. Bitirme kursları (Leistungskurs) adı verilen bu kurslarda, öğrenciler seçimlerine göre ayrılırlar ve seçtikleri branşlarda diğer öğrencilerden daha ileri düzeyde bilgi alırlar. Bu kurs matematik olabilir, felsefe olabilir, edebiyat ya da müzik olabilir. Her durumda, öğrencinin, gideceği üniversitenin branşına göre seçtiği bitirme kursunu tamamlaması, üniversitedeki işini son derece kolaylaştırır.

Tıp, eğitim bilimleri (öğretmenlik) ve hukuk fakülteleri gibi bazı temel branşlarda öğrenim görmek isteyen her öğrenci bu amacını gerçekleştiremez. Bu branşlarda üniversite okumak numerus klausus, sınırlı sayı, ilkesine tâbidir ve başvuranlar arasından Gymnasium notları ve kişilik yapısı, toplumsal sorumluluğa yatkınlık düzeyi bakımından en iyi olduğu düşünülenler seçilir. Öğretmenlik, eğitimi son derece zor ve çok saygın bir meslektir Almanya’da. Öğretmenlerin gelir düzeyleri yüksektir, sosyal güvenceleri, hakları, özgürlükleri gelişmiştir. Zaten, öğretmenliğin niteliğinin iyi olmadığı sistemlerde, başka öğrenimlerin niteliğinin iyi olmaması şaşırtıcı bir sonuç olmasa gerek.

Bu anlamda bazı üniversitelere girmek oldukça zordur ama genel olarak üniversiteler, öğretim üyesi kadroları ve özellikle eğitim ve öğretim kalitesi bakımından üç aşağı beş yukarı aynı homojen yaklaşım ve kalitede hizmet verirler. Kuzeyin, güneyden, batının, doğudan aman aman bir farkı yoktur.

Bununla birlikte, bazı kentlerin yaşam koşullarının görece rahat olması ve başka ortamsal etkenler, kimi kentlerdeki hukuk fakültelerine girmeyi de oldukça zorlaştırabilir. Bu zorluğun nedeni, fakültenin iyi olmasından ziyade kentsel yaşam koşullarının rahatlığıdır. Örneğin Berlin karmaşasına girmektense, Essen’in huzurunu, ev bulma kolaylıklarını tercih eden öğrenciler vardır. Freiburg sosyal bilimler ve felsefede ün yapmışsa, Münih tıpta ün yapmıştır vs. Yani, öğrenciler her zaman en iyi hukuk fakültelerini değil, en yaşanabilir kentteki en iyi hukuk fakültesini seçmektedirler. En önemlisi, üniversiteler kendi öğrencilerini kendileri seçmektedir. Anayasal bilim özgürlüğü; devletin üniversiteye öğrenci seçmesini değil, üniversitenin kendi öğrencisini kendisinin seçmesini gerektirmiştir. Başvurusu bir kere reddedilen öğrenci, bir kez daha başvurabilir.

Bunun ötesinde, Almanya’daki hukuk fakültelerinde öğretim üyeleri, büyük bir mekansal hareketlilik göstermektedirler. Doçentliklerinden başlayarak herhangi bir fakültede beş yıldan fazla kalan öğretim üyesi sayısı azdır. Üstelik doçent olan her öğretim üyesi, fakültelerden “Ruf” adı verilen ve öğretim üyesini o fakültede çalışmaya “davet” eden çağrılardan almaz. Akademik rekabet çetin ve hakça düzenlenmiştir. Doktora yapanların sayısının ülkemize kıyasla çok fazla olduğu Almanya’da, fakültelerde öğretim üyesi olarak görev almak, hele hele ordinarius, kadrolu klasik profesörlük pozisyonu elde etmek zordur. Bu durum, öğretim üyelerini ülke içinde belirli bir hareketliliğe iter. Birleşmeden sonra Doğu Almanya’ya giden çok sayıda öğretim üyesi olmuştur örneğin. Bu hareketlilikten öğrenciler de fayda sağlar, çünkü en iyiler herhangi bir fakültede ya da bölgede toplanmazlar.

Almanya’da özel üniversite yoktur denebilir. Aslında vardır bir iki tane ama bunlar pek revaçta değildir. Günümüzde de, hatta küresel ekonomik kriz ortamlarında da sosyal devlet anlayışının en ileri düzeyde uygulanmaya çalışıldığı Almanya’da sağlık, eğitim, güvenlik gibi devletin asli görevlerinin özel kişiler aracılığı ile görülmesine hiç de sıcak bakılmamıştır. Örneğin ABD’nde, bunun tam tersi bir yapı olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte, Almanya’daki çok sayıda vakıf, bilimsel araştırmaya ve eğitime çok büyük bir destek sağlayarak, sanayi ile üniversite arasında köprü görevi görürler. Bunlar arasında Volkswagen Vakfı, Ford Vakfı gibi sanayi kökenliler olduğu gibi, Max-Planck Topluluğu gibi temel bilimler araştırması yapanlar ve Friedrich Ebert, Konrad Adenauer, Heinrich Böll, Körber ve Naumann Vakfı gibi siyasal kökenli olanları da vardır. Vakıflar, burslarla ve projelerle üniversite öğrencilerini ve öğretim üyelerini desteklerler.

Ekonomik durumu iyi olmayan her öğrencinin BAFÖG’den, öğrenim kredisi almaya hakkı vardır. BAFÖG, göstermelik bir kredi değildir ve bir öğrenciye mütevazi koşullarda da olsa, öğrenimini tamamlaması için gereken miktarda parayı sağlar.

Her öğrencinin üniversite yurdunda kalma hakkı vardır. Yurt kiraları, makuldür. Ancak bazen yurt çıkması için haftalarca beklemek gerekebilir. Bununla birlikte, kent merkezinden uzak yurtlarda kalmayı kabul eden öğrenciler açısından yurt bulmak son derece kolaydır. Yurt bulmak için ana baba torpili değil, “acil durum” konusunda doğru bilgilere dayanan azıcık kişisel ısrar işe yarar belki ama esas olan, ilk önce başvuranın, ilk önce değerlendirileceği ilkesidir.

Gymnasium’u bitirip hukuk fakültesine başladığında aşağı yukarı 21-26 yaşları arasında olan ortalama birinci sınıf öğrencisi, zaten birkaç yıldır ailesinden uzak, bireysel-stüdyo dairesinde yaşayan, birkaç yabancı ülkeyi gezmiş, başından üzücü bir kaç aşk hikayesi geçmiş!, erkek ise askerliğini ya da sivil görevini bitirmiş, hatta kimi zaman başka bir meslek eğitimi (çıraklık eğitiminden geçmiş) bitirmiş olgun bir insandır. Şüphesiz gençtir, hafta sonu partilere gider, canı isterse sarhoş olur, sırt çantasını ve çadırını alıp uzak diyarlarda birkaç gün geçirebilir ya da garson, büro asistanı, fabrikalarda geçici işçilik vb.“job”larla geçimini sağlıyor olabilir. Önemli olan bu gencin, aşırı ana baba korumasının yerine, kendi bağımsız yaşam tarzını ortaya koyabilecek ölçüde olgun ve kararlı olduğudur. Neden ana-baba korumasına o kadar da gereksinim yoktur? Çünkü sosyal devlet, öğrenci bireyin bağımsızlığı için gereken maddi olanakları sağlamakta, tam olarak sağlayamasa bile, hiç olmazsa eşitlikçi bir anlayışla, elindeki kaynakları, hakça dağıtmaya özen göstermektedir. Bağımsız gencin bağımsız düşünmesi ve öğrenimini bağımsız-bağımsız sürdürmesi doğaldır.

Böyle bir öğrenci profiline sahip hukuk fakülteleri, öğrencinin kendi hukuk öğrenimini düzenlemek yolunda sorumluluk taşıması ilkesine dayanmaktadır. Buna göre, öğrenciler dönemsel bir döngü biçiminde yinelenen aynı tür sınavlara girecekleri zamanı kendileri tespit eder. Yine derslere devam zorunlu olmadığı gibi, çoğu profesör derslerde belirli konuları ya da kitapları dikte etmez. Belirli bir sistematik içinde ders anlatan öğretim üyeleri bulunduğu gibi, bütün bir sömestr boyunca tek bir temel konuyu anlatan öğretim üyeleri de vardır. Hatta sırf yargı kararları üzerinden gidenler de. Bir kere kadrolu profesör olan öğretim üyesi özerk bir akademik prens gibidir. Karışanı görüşeni, ne anlattın diye soranı olmaz. Akademik özgürlüğe azami riayet edilir. Öğrenmek tümü ile öğrencinin sorumluluğundadır. Çalışkan ve azimli öğrenciler ücret karşılığında fakültenin belirli enstitülerinde Hilfskraft, yardımcı öğrenci olarak çalışabilirler. Bu amaçla hocanın “gözüne girmek” önemlidir tabii.

Bununla birlikte derslerde Amerika’da yaygın olarak uygulanan sokratik metod uygulanmamaktadır. Konuşan ve anlatan, dersin hocasıdır. Sık sık soru sormak da pek hoş karşılanmaz. Almanya’da hukuk öğrencisi, hukukun nerede olduğunu öğretim üyesinin verdiği ve çoğunluğu karmaşık olan ipuçları yardımıyla arayan bir dedektife benzer. Hocanın ağzından çıkanı kaptığı gibi ders bitiminde soluğu kütüphanede alır. Hoca, bir Yüksek Mahkeme kararına değinmişse, gidip o kararı mutlaka bulur ve okur. Bu konuda büyük bir rekabet olduğu söylenebilir. Kütüphanelerdeki fotokopi makinalarının önünde (öğrenciler, kendi fotokopilerini kendileri çekerler) uzun kuyruklar oluşur. Hatta, kütüphaneden kitap çalma, süreli yayın dergilerinden makaleleri gizlice yırtıp götürme olayları çok yaygındır! Kütüphaneler genelde gece saat onikiye kadar açıktır. Sabaha kadar açık olanları da vardır. Internete ulaşım her köşe başında mümkündür. Herkes elinde Schönfelder adı verilen ve temel pek çok sayıda yasanın toplandığı “kırmızı” ve föy rölan sistemi ile tamamlanabilir kanun külliyatıyla gezer. Çünkü, branşlar, diğer branşlarla da ilgilendirilerek öğretilir. Elit ve nitelikli bir ruhban sınıfı yetiştiriliyor gibidir!

Bu sistemde üç ana branş öğretilir. Devlet sınavı adı verilen ve genelde, hukuk öğreniminin dördüncü, beşinci ya da altıncı yılında girilen bitirme sınavlarına kadar öğrenciler, yalnızca temel anayasa ve idare hukuku; temel medeni hukuk ve temel ceza hukukunun genel ve özel bölümlerinden iki dizi sınavlara girerler ve ev ödevleri hazırlamak zorundadırlar. Sınavlar en az üç saat sürer. Sınav soruları, çözümleri bir değil en az beş yasayı, hatta yönetmelikleri birbirleriyle ilişkilendirmeyi, ayırıp çözümleyi, toparlayıp çıkarsamayı, yargı kararları ile de süslemeyi zorunlu kılan bir iki pratik olaydan oluşur. Bir ceza hukuku sınavında medeni yasa kullanmak da gerekebilir. Tek bir yasa ya da maddeyle işin bittiği hiçbir sınav yoktur.

Almanya’da özellikle kavramlar ve değerler içtihadı, tamamlayıcı olarak da menfaatler içtihadı yöntemleri karmaşık olarak öğretildiği için, öğretilecek her hukuksal konu-sorun için bir inceleme-denetleme şeması vardır. Bu şemanın uygulanması; olay örgüsünün; mantıksal bir düzlem üzerinde, hukuksal kural, kavram ve değerlerle ilişkilendirilmesi ve tüm unsurlarına indirgenerek çözümlenmesini gerektirir. Tanımlar önemlidir ve tanımsal-betimsel tartışmaları sınav kağıdına yansıtmayan (ya da yansıtsa bile sorulan olay örgüsüyle ilgili soyut şema içinde bulunsa da konuyla ilgisiz –abwaegig- olan) bir konu üzerinde tartışan öğrenciden not kırılır. Yani sadece doğru yazmak değil, lüzumlu lüzumsuz laf etmemek de gerekir.

Örneğin, olay örgüsü bir hırsızlık fiilinin incelenmesini gerektiriyor ve soruda malikin kim olduğu açıkça belirtiliyorsa, “malik” kavramı üzerine uzun uzadıya açıklama yapan öğrenciden not kırılır. Oysa, mülkiyet durumu tartışmalıysa, “malik” kavramı üzerinde tartışması ve bu tartışmayı olaya uygulaması beklenir öğrenciden. Bu tartışmayı, medeni hukuka dönerek yapacaktır, oradaki ilke ve kuralları, ceza hukukuna yedirerek. Yine, her hukuk dalında “içtima” dediğimiz soruna çok önem verilir. İçtima kuramı, gerek özel hukukta bir sözleşmeyi diğerinden ayırabilmek, gerek ceza hukukunda bir suçu diğerinden ayırabilmek, Anayasa hukukunda ise bir temel hakkı, diğerinden ayırabilmek için kavranması gerekli olan önemli bir kuramdır.

Aufbau: yapılandırma adı verilen şemaların her öğrenci tarafından bilinmesi zorunludur. Bir olay örgüsünü, sistematik-yapılandırma içinde incelemeyen öğrenci sınavları başaramayacaktır.

Derslerde ve sınavlarda, genel olarak olay örgüsünü inceleyen ve “çözmesi” beklenen öğrenci, öncelikle o olay örgüsünde anlatılanların hangisinin hukuksal bakımdan önemli, hangisinin önemsiz olduğunu tespit etmesine yardımcı olacak çıkarsamacı bir mantık yürütmek zorundadır. Hukuksal bakımdan önemli olan anlatı kısımlarında, öncelikle-akla-gelen-normlar konusunda bir nevi beyin fırtınası uygulayacak ve bu beyin fırtınasından çıkardığı listeyi zemin alarak, abdüktif bir yöntemle hipotezler kuracaktır. Yine, hikâyenin unsurlarının akla getirdiği normlar arasında bir ön-farklılaştırmaya gitmek ve akla gelen norm-hipotezlerini tek tek tanıtlamaya çalışması gerekecektir. İlk anda hırsızlık suçu gibi görünen bir olay örgüsüne hemen hırsızlık deyip geçmek ve örneğin dolandırıcılığı ya da yağmayı “test” etmeden sonuca vamak, sınavı değerlendiren hoca tarafından hoş karşılanmayacaktır.

Ama bu çerçevede elemeci mantıksal araçların kulanılması çok önemlidir. Hırsızlık, dolandırıcılık, yağma vs. kategorilerini çağrıştıran bir olayda, tutup insan öldürmenin değillenmesine çalışılmasından da puan kırılır. Önemli olan mantıksal kategorizasyonu bilmek ve kategoriler içinde yer alan benzer fiilleri birbirlerinden ayırabilmektir. Bu, sınavda yapılan ilk iş olmalıdır. Yine, eğer olay örgüsü içinde yetki (örneğin suçu yabancı ülkede bir yabancı başka yabancıya karşı işlemiştir) gibi bazı sorunlar bulunuyorsa bunlar da hemen sorun edilecektir. Sorunu çözmekten ziyade, sorun-etmek de son derece önemlidir. Ben bu beceriye, olay-çözümsel-farkındalık adını vermekte bir sakınca görmüyorum. Çünkü nitelikli bir meslek insanı, sadece, kendisine sorun olarak takdim edilen sorunu çözen biri değildir, aynı zamanda, sorun olduğu düşünülmeyen alanlara da sondaj yapan, sorun-eilmemesi gerekiyor gibi görünen ama aslında sorun-edilmesi gerekli olan meselelere de parmak basan bir kimsedir. İşte, Alman hukuk sınavlarında, sorun-edilmemesi gereken konuların sorun-edilmesi büyük bir hata olur ve bu fazlalıklardan ve gereksiz açıklamalardan not kırılır. Tabii sorun-edilmesi gereken konu, ancak gerektiği kadar sorun edilmelidir. Yine, daha az çabayla çözülecek sorun, uzun yollarla çözülmemelidir. Bir sorunun çözülmesiyle kapatılacak konu, başka başka sorunlar yaratılarak uzatılmamalıdır. Derslerde, çözümleme tekniklerine ilişkin alıştırmalar yapılmaktadır.

Bu mantıksal dizgelerin uygulanmadığı pek çok Türk mahkemesi biliyorum. Hakim, yetki sorununu ilk önce çözse davayı bitirecek ama yok, gerekmediği halde esasa giriyor ve işi uzattıkça uzatıyor. İşte, hukuk öğreniminde matematik-denklemci-çözümcülüğün öğretilmesinin ne kadar önemli olduğunu gösteren örnek...

Alman hukuk sisteminde ve eğitiminde dilin kullanımı da çok önemlidir. Avukat tarzı,yargıç tarzı ve bilirkişi tarzlarına göre dilsel tümce kurguları ve kullanılacak kipler değişir. Öğrencilerden, avukat, yani mütala tarzını kullanmaları beklenir. Buna Gutachtenstil denir. Çok basit bir örnekle ele alalım: A, B’nin başına bir sopayla vurmuştur. Bu olay çözümlenirken, öncelikle bir üst tümceyle başlanır. A, B’nin başına sopayla vurduğu için Ceza Kanununun 223. maddesinden cezai sorumlu olabilir. Bunun için A B’ye bedenen zarar vermiş ya da B’nin sağlığını bozmuş olmalıydı. Sonra devam edilir: Ama A, ayı zamanda şu suçtan, yok bu suçtan... suçtan da sorumlu olabilir, bunun için A, B’ye...mış...olmalıydı.

Bu açıklamadan sonra, tanımlara geçilir. Tanımlarda referans noktası olarak doktrinin ve yargı kararlarının, genelde egemen doktrinin betimlemeleri kullanılır. Bunlar daha önce kavranmış olmalıdır. Basit bir tanım ezberlemesi ile bir olay örgüsünü çözmek zordur. Çünkü subsumtion (altlama) adı verilen teknik, yani, olay örgüsünü, norm içinde kalıplama etkinliği, karmaşık olaylarda basit ezberlerle yapılabilecek bir iş değildir. Örneğin, bir ceza hukuku sorusunda, olay, başa sopa ile vurma olsun. Kanun, bedensel zarar vermenin cezalandırılacağını söylemişse, önce bedensel zarar kavramı bedensel ve zarar kavramları tanımlanarak anlatılacak, sonra da olayda kanunun aradığı unsurun gerçekleşip gerçekleşmediği tespit edilecektir. Kanun ya da kanunla birlikte doktrin ve yargı kararları, “mağdurun kendini iyi hissetmesini önemsiz sayılamayacak ölçüde kötü etkileyen fena ve orantısız bir muamele” ölçüsünü arıyorsa, olayı çözen öğrenci, incelediği eylemin, ilgili görünümünün bu tanıma girip girmediğini denetleyip-tanıtlayan bir değerlendirme yapılacaktır. Mesela sopayla vurmanın ölçüsüz bir muamele olduğu söylenecek ve B’nin bedensel iyiliğini önemsenecek ölçüde kötü etkilediğinden sözedilecektir. Sonuç, A’nın B’ye bedensel olarak kötü muamele yaptığı tümcesiyle bitirilecektir. Bu küçük örnek bazında bile bir sürü hukuksal tartışmalı olay çıplak-gözle görünmeyecek şekilde sorulmuş olabilir. Şüphesiz bu, giriş incelemesidir. Daha sonra, sağlığın kötü etkilenip etkilenmediğinin de incelenmesi, duruma göre gerekebilecektir.

Daha sonra nedensellik (tamam sopayla vurdu ama onun hareketi mi sopanın kafaya inmesne yol açtı?), objektif isnadiyet (tamam sopayla vurdu ama akıl hastası filan mı bu adam?), suçun subjektif tipik unsurları (kast-taksir: tamam sopayla vurdu ama vurmak istedi mi?) ve kusurluluk (kınanabilirlik: tamam sopayla vurdu ama acaba karşıdakinin kafasındaki eşek arısını kovmak için mi yaptı bunu?) incelemesine geçilecektir. Tüm bu unsurlarda, tartışmalı noktalar, aykırı doktriner ya da yargısal görüşler varsa onlar da sorun-edilecektir. İnceleme sırası içinde bir noktada değilleme yapılmışsa ya “suç yoktur” ya da “farklı bir suç akla gelebilir” denecektir. Örneğin bir noktada, tehlikeli araçlarla insan yaralamayı düzenleyen başka bir maddenin de incelemesi gerekebilir ve sopanın, tehlikeli bir araç olup olmadığı değerlendirilirken gene tehlikeli araç teriminin tanımı verilmek zorunda kalınacaktır.

Bu örnek oldukça basit bir örnektir. Üç saatten fazla süren sınavlarda olay örgüleri karmaşık olarak ve tartışmalı noktalar, kasten gizlenelerek sorulmaktadır.

Ev ödevleri için üç hafta süre verilir. Çoğu zaman verilen ev ödevleri, ciddi bir araştırma yapmadan en tecrübeli hukukçunun bile çözmekte zorlanacağı karmaşık olay örgülerini içerir. Yani Yargıtay üyesi annenizin bile, birkaç hafta çalışmadan çözmesinin zor olduğu karmaşık sorulardır bunlar.

Bunları başaran devlet sınavına girmeye hak kazanır. Ancak devlet sınavında öğrencilere yerine göre hukukun akla gelebilecek tüm branşlarından sorular gelebilmektedir. Aslen, yukarıda sayılan ana derslerin dışındaki alanlarda da dersler verilmektedir. Ancak devlet sınavına kadar bu derslerden herhangi bir sınav ya ya ödev olmadığı için pek az öğrenci bu derslere devam etmektedir. Devlet sınavı süreci, önce beş-on gün süren ve günde bir sınavın yarım saat ara ile birlikte beşbuçuk saat boyunca sürdüğü sınavlardan sonra, eğer ev ödevi yapmaya hak kazanılacak ölçüde puan alınmışsa, dört hafta süren bir ev ödevi ile bitirilir. Notlar, başarısız, yeterli, tatminkar, tümüyle tatminkar, iyi ve çok iyi biçiminde verilmektedir. Bilindiği kadarı ile Almanya’da çok iyi notuyla devlet sınavını verebilen öğrenciler, fakültesine göre bir elin parmaklarını geçmez. İyi ve tam tatminkar son derece başarılı notlar olarak kabul edilir ve zaten bu notlarla mezun olmayanlar savcı ya da yargıç olamamaktadır.

İş bununla bitmemektedir. Ev ödevini başaranlar, sınav ve ev ödevi toplam notları sözlüye girme hakkı veriyorsa sözlü sınava alınırlar. Sözlü bir saat dinlenme arası verilerek yapılır ve toplam altı saat sürmektedir. Adalet Bakanlığı tarafından oluşturulan ve yüksek yargıç, savcı, avukat, vali vb. meslek insanlarından oluşan komisyonlarca yapılan birinci devlet sınavı sözlüsüne, aday öğrenciler beşer beşer alınmakta ve sorular kimi zaman bir adaya doğrudan, kimi zaman da ortaya sorulmaktadır.

Adayın bir anlık susması, diğer adayların silahları kuşanıp atılmasına ve cevap verebilmesine fırsat verebilir, o zaman da, sorunun sorulduğu aday dezavantajlı bir duruma düşer. Ortaya atılan sorularda atik olmak, hızlı düşünmek ve sınavlarda uygulanan mantıksal konstrüksiyon ve çözümleme şeması içinde cevap vermek önemlidir. Bu çerçevede tanım sorulmamakta, tümüyle karmaşık olay örgüleri ve problemler sorulmaktadır. Doktrin ve yargı kararlarının bilinip, sözlüde bunlardan sözedilmesi de gerekmektedir. Aslında bu soruları, “aday grup” topluca çözer ve öğrenciler, katkılarına ve konuşma sürelerine göre değerlendirilirler. Bu durum, sınava katılan öğrencilerinde büyük bir stres yaratmaktadır. Kimi zaman, doktrin ve yargının anlayış benzerlikleri ve farkları gibi sorular sorulmaktadır. Almanlar, şu nedir, şu konuyu anlatın türünden sorulara “masal soruları” yakıştırmasını yaparlar. Masal anlatmak, sorun çözmekten daha kolay olduğu için herhalde!

“Birinci Devlet Sınavı”nı kazanan öğrencileri iki yıl süren zorlu bir staj eğitimi beklemektedir. Yargıç, avukat vs. hangi mesleği seçecek olursa olsunlar tüm adaylar bir arada ve aynı ortamda eğitim görürler. Staja devam zorunluluğu vardır. Stajda haftada bir kez eğitim vardır. Stajyer, diğer günlerde, “staj istasyonu” denen mahkemelerde yargıcı rehberliğinde “derdest” davalar inceler, hakime duruşmalardan önce çözüm raporu sunar ve cübbe giyerek hakiminin yanında eğitsel amaçlı-tutanak tutar.

Staj eğitimini bitirenler, “İkinci Devlet Sınavı’na girerler. İkinci Devlet Sınavı tümüyle “dava” çözümlemelerine dayalı somut bir sınavdır ve birincisinden çok daha zordur.

Öğrencilerin, kendi öğrenimlerini düzenleme bakımından bir anlamda “başıboş” bırakılması ve yukarıda sayılan branşlar dışında devlet sınavına kadar hiçbir sınavın olmaması, Almanya’da Devlet Sınavına hazırlık dersanelerinin (Repetitorium) sayılarını arttırmıştır. Akademik çevrelerde bu durum çok eleştirilmektedir. Buna rağmen fakültelerin öğrencilerini, son derece zor bir sınav olan (bir dizi yazılı, bir ana ev-ödeviyle toplam bir ay süren) devlet sınavına iyi hazırlamadığına inananlar vardır. Gerçekten, repetitorium denen dersanelere devam eden öğrenciler, daha çok kuramsal olarak anlatılan derslerin uygulamalı tekrarını yapabilmektedirler. Bu dersanelerde dersler genellikle avukatlar tarafından verilmektedir. Neredeyse Türkiye’deki üniversite sınavlarına hazırlık endüstrisi ile karsılaştırılabilecek bir repetitorium-endüstrisi Almanya’da yerleşmiştir.

Üniversitenin aksine staj eğitimi devam gerektirir dedik ve göstermelik değildir. Daha çok uygulamaya yönelik olan staj döneminde stajyerler resmi sorumluluklar alırlar, görülmekte olan davaların ön incelemelerini yapmaları, duruşmalara katip olarak katılmaları, neredeyse her gün, çeşitli derslere katılmaları beklenir. Staj dönemi sonunda stajyer avukat; avukat, savcı ya da yargıç olabilmek için ikinci devlet sınavına girmek zorundadır. Birincisinden de ağır olan bu sınavda ancak iyi ya da çok iyi notunu alanlar yargıç ya da savcı olabilirler. Şüphesiz, birinci devlet sınavında alınan not da hakimlik ve savcılık kariyeri bakımından önemlidir.

Almanya’da üniversite öğrencisinin, öğrenim sorumluluğunu kendisinin almasından doğan bilgi ve deneyim boşluğunun, stajla giderildiğine inanılmaktadır. Tüm bu süreci tamamlayan kimseler, aşağı yukarı 26-35 yaşları arasındadır. Hukuk öğrenim ve eğitimi çok ağır ve uzun bir süreçtir.

Türkiye böyle bir modeli kaldırabilir mi? Tartışılmalı. Öğrenim hayatının uzun ve zorlu olması, genç nüfusun yüksek olmadığı Almanya’da bir sorun olarak kabul edilebilir ama Türkiye’de belki bir zorunluluktur. Öte yandan, Türkiye’de ekonomik koşullar, iş gücüne kısa zamanda katılımı zorunlu kılıyor da olabilir. Her durumda hukuk gibi temel bir mesleğin ögreniminin Türkiye’deki gibi çok küçük yaşlarda –yeterli bilgisel, deneyimsel donanım edinilmeden, kısa, masalsı sorularla ya da çoktan seçmeli testlerle tamamlanması çok sakıncalıdır. Son yıllarda fakültelerde, test sorusu anlayışı yavaş yavaş terkedilse de, öğrenimin niteliğini geliştirme yolunda yapılması gereken çok şey vardır kanısındayız.

Herşeyden önce Türkiye açısından çok önemli bir soru ve sorun var: Bilgi, deneyim, akıl, fikir, bir hukuk insanının, mesleki hayatında başarılı olması –diyelim iyi para kazanması için- gerekli midir? Bu sorunun Almanya’daki cevabı, evettir. Okulda başarılı olanlar, meslekte başarılı olmaktadır. Peki Türkiye’de durum nedir? Yoksa adalet sistemindeki temel sorunlardan olumsuz etkilenenlerin başında, “işbitiricilikten çok” mesleki erdem ve becerileri kazanmış olanlar mı etkilenmektedir? Bu sorunun yanıtını vermeden öğrencilerimizi çalışkan ve erdemli hukuk insanları olmaya teşvik edemeyiz.

Toplum, mantıksallığa, matriksselliğe, modellemeciliğe, çalışkanlığa ve erdeme değil de başka özelliklere prim veriyorsa, sıradan hukukçu da, önünde sonunda o değerlere ya da değersizliklere göre hareket edecektir. Sağlık raporunun, deprem sigortasının, sarı ışıkta bekleme zorunluluğun, sendikalılığın, hakların, özgürlüklerin kağıt üstünde olduğu bir düzende, hukukçu da belgelerle ve dayanaklarla, yukarıda uzun uzun anlattığımız ve örneklerini verdiğimiz bilimsel ve mantıksal çıkarsamalarla değil, pratik-uyumun aceleci aklıyla çalışacak, hukuk fakültelerinden mezun yeniler, ancak kuralsız-iş bitirebildikleri oranda “piyasayı” sevindireceklerdir. Hukuk ögrenimi nasıl olmalı? Topluma rağmen hukukçu yetiştirmek zor iş!

Bu yazıyla, sınırlı bir değerlendirme yaptım. Konunun başka boyutları da var. Belki ileride o boyutlara da değinme zamanı buluruz.

0 yorum:

Yorum Gönder