6 Temmuz 2009 Pazartesi

Geleceğin Romanı ve Mert Ataol'un "Sardalya Avı"

Bir süredir internet üzerinde yazılmakta olan ve okuyucu ile yazarı birlikte dokuyan bir romanı izliyorum. Açık bir roman bu. Yazılırken okunuyor. Yazarı yaşarken, o da yazarının yaşamıyla birlikte yoğruluyor. Mavi bir roman bu, açık deniz. Ufuk çizgisinin ötelerine yaslanmış kara parçalarına açık.

Mert Ataol ‘Sardalya Avı‘ adını verdiği romanını, “çevrim içi ve etkileşimli ara yüzleriyle birlikte” işlemeye 2008 yılının Haziran ayında başlamış.Yazar, metnin, hem yazılan romanın, hem de onun yazılma sürecindeki yazarının hikayesini metaforik bir eş zamanlılıkla anlatmayı hedeflediğini söylüyor: “Roman yazılmakta ve yazarı da yaşamaktadır. O nedenle bu çalışmada da hem yazılan, hem de yaşanan bir arada ve açıktadır. Yazar yazdığının ardında kaybolup gitmez. Neyi ve nereden çıkardığı ile gerçektir ve ortadadır...Belki de okuyucusuna verecek bir hesabı vardır.”

Romanın dili, üslubu, diyalektik altyapısı, konu ve kurgusu zaten geçmiş dönemde yapılmaya çalışıldığından ve örgünleştiğinden yazarı ile” bütünleştiği bu projede “bölüm adları, hikayenin Dramaturjisine uygun olarak belirlenmiş ve içeriğine yansıtılmış...”. Yazar, “Yalın ile Pembe’nin, İsmail’in, Yosun Ana’ nın, Coşkun ve Berduş’ un olağanüstü renkler ve tonlamalarla süslediği ‘Bir göç ve aşk hikayesi’”ni bizlerle paylaşıyor.

Sardalya Avı’nın sitesinin, Nedir? adlı bölümünde kurgusal öykü hakkında bir açıklama var. İşte Sardalya Avı:

...

{ “Sardalya Avı” nedir?

Tepeköy, Karantina, Göçada ve civarlarında yaşayanların hayatları, hemencecik diplerinde, tepeden bir kaç yüz metre aşağılarında, karaçam ağaçlarının sahille buluştuğu, masmavi enginliklerin, henüz çöplüklere dadanmamış bembeyaz martılarla, kumsallar ve kayalıklarla buluştuğu, buluşmakla da kalmadığı, çoğu zaman yaşama karıştığı, deniz ile iç içedir.

Türlü renklere bulanmış sandalları, balık ağları ve kokuları, martı çığlıkları, deniz kırlangıçları, misina, olta, mantar yaka, kuşun yaka, heyamolalar eşliğinde sardalya…

Kasım ayının ilk haftası başlayan av mevsiminin, Mart ayında ikinci yarısına girilir. Bitime doğru gelir yaz. Kışlıklar uzunca bir süre yüzüne bile bakılmayacaklarından, elbise dolaplarının dip köşelerine dertop edilip kaldırılır, varsa naftalinlenir falan,

yazlıklar çıkarılır ve kırışıklıkları giderilir.

Yaz oldukça sevilir oralarda.

Denizde ise hazırlıklar başkadır. Büyük karınlı teknelerin ağ donanımları değiştirilir, fanyalı olanlar derme çatma kurulmuş balıkçı barınaklarına yığılmadan önce iyice kuruması için serenlere çekilir , yirmibirlikler ise, onları mekik ve masır iplikleriyle onaracak olan “usta” nın önune getirilip bırakılır, aylardır yüzüne bakılmamış eski tekneler, terkedilmiş hallerinden koparılıp, onarım için ve löküz kayığı olarak kullanılmak üzere, feleklere çekilirek bakıma alınır, herkesin yüzü gözü yağlı boya, macun ve bezir yağına bulanır, gülünür , şakalaşılır, eğlenilir.

İşte Sardalya Avı o zamana denk gelir.

Bu satırların yazarı artık bir gözlemcidir. Ve sardalya avına çıkar.

Herkes gibi onun da bir düşü, bir amacı ve var olabilmek için sardalya avına ihtiyacı vardır.

Yaşar…

Yaşadıkça da biriktirdiğini getirir yazdıklarının içine usulca bırakır. O artık bir gözlemci olmanın ötesine geçmiş, okuyucusu ile gözlemledikleri arasında mekik dokuyan bir ağ ustası olmuştur.

Sabırla, inatla ve inançla aktarmaya çalışmaktadır…

“Bir temas alanı” nedir?

Burası döngünün başladığı yerdir. Ağ ustası ile sardalya avının arasında biçimlenen metafordur. Göçtür mesela. Ama aynı zamanda bir aşk olma olasılığı da oldukça yüksektir. Anlayana anlamdır.

Her hangi bir ‘gözlemci‘, yaşamın dışında hiç değildir. Aktarabildikleri, temas ettiği ve gözlem değeri taşıdığına inandığı olaylar yada eylemler bütünüyle iç içedir. Aktardığı ise etkileşim süresi içinde kendinde yansıyandır. Bu nedenle “Bir temas” bölümündeki yazılar, yazarın ham veri toplamakla uğraştığı, gelişigüzel ama verimli, aynı zamanda dinamik olay akışları veya akışkanlarıdır. Yazar bu temaslardan mutlak bir yargı veya edinim ile dönmek zorunda değildir. Alır veya verir bunu dert etmez. Ancak bir ayna vardır ve habire yansıtmaktadır.

O nedenle bu alanda yazarın canlı ve cansız nesnelerle kurduğu iletişimi görecek, yaşadığı olaylar karşısında takındığı tavırları izlemeye çalışacağız. Taksi veya dolmuş duraklarında onunla yürüyecek, moda sahilinde onunla geziye çıkacağız. (Göçada) Göççeada’ da soluklanıp Tepeköy’ ün karanlık limanından dalgaları gözleyeceğiz. Uzaktan bir kadın süzülecek gözlerimize pazar yerinde, al basacak her yanımızı, kızaracağız; ya başımızı öne eğip geçeceğiz yanından, yada ona usulca ve yepyeni bir aşka yaklaşacağız.

“Bir dokunuş” alanı nedir?

Gözlemci, etkileşime girdiği olaylar zincirinde, aktif bir rol almak ister. Olanın ve sürecin içine girme olasılıklarını denemiş, bir biçimde eyleme davet edilmiş, süregidene katılmış olabilir. Bu olduğunda ise artık o, gözlediğinin içinde bir de deneye sarılmaktadır. Kendi yaşam alanının içerisine dinamikler karışır. Nasıl olsa izinlidir ve izin vermektedir. Bunu değerlemeye çalışır ve kalkar Karantina’ya iner, Coşkunun kahvesinde soluklanır, bir çay söyler, Berduş ile şakalaşır. İlerleyen zamanlarda artık Berduş ona rastladığında onunla iletişim kuracak, selam verecek ve olasılıkla da bir gece ‘Ot içmeye‘ çağıracaktır,

ya da ;

Çayını söyler, bir yandan az sonra gelecek olan çayı içerek hararetinin dineceğine inanır, bir yandan da yan masada oturmakta olan kadını süzer. Bunu incelikle yapmaktadır. Kadının okuduğu kitabı incelemeye çalışır, düşünür ve harekete geçer, belli belirsiz varlığını hissettirmeye çabalar. Başarır. Neden sonra bir biçimde kadınla temas kurar, yanyana gelirler, birlikte karıştırılır çaylar, okunulan kitabın üzerine bir şeyler fısıldanır. Birbirlerinin gözlerinin derinliklerini aralamaya çalışırlar. Artık hararet, her ikisini birden basmaktadır.

“Ve biraz da geçmiş kokar” alanı nedir?

Gözlemcilikten geçip deneyime ulaşan yazar, artık olayların içinde belli bir aşamaya kadar gelmiş, deneyim kazanmış ve süreç hakkında belirgin bir yargıya veya tutarlı bir değerlendirmeye yaklaşmıştır. Ancak bunun için, olaylar dizisinde olanlar ile geçmişte edindiği deneyimler arasında da bir uzlaşma beklemektedir. Ya içinde bulunduğu durum kendisi için biçilmiş bir kaftan olacaktır, veya giymeye çalıştığı elbiseyi parçalayacak, söküp, yırtıp bir kenara atacaktır. Bir seçim yapma zamanıdır artık. Ya Berduş ile ara sıra buluşup ona uyacak ve birlikte ‘Ot içmeye‘ devam edecekler,

veya ;

Kitaplardan konuştuğu kadın ile birlikte hareretlerini söndürürler. Oysa çaylar Karantina’da değil, başka bir sahil kasabasında içilmektedir. Mevsim yaz, ortalık ter ve tuz kokmaktadır. Bu duruma oraların diliyle ‘aylardan Temmuz‘ denmektedir. Tuz kokusu erkeği, ter kokusu da kadını çıldırtmaktadır. Bizimkilerin yüksek ısıda pişirdikleri ilişkileri ilerler, her dokunuşu bir kıvranışa, her iniltiyi bir boşalmaya çevirmeye can atmaktadırlar. Ancak sonbahar gelir çatar. Ya birlikte aynı şehre taşınacaklar, veya ayrılmayı tasarlayacaklardır. Çünkü Kadın çayını tek şekerli içmektedir.

“Vurdum duymaz” alanı nedir?

En sevdiğim alandır.

“Dökülür” alanı nedir?

Bütün olan bitenden süzülenin okuyucuya teslim edildiği bir bölümdür. Yazar yaşayacağını yaşamış, yazabileceğini de yazmıştır. Bu bir göçtür, bir aşktır belki de inadına yazılmış bir romandır.}

Yazarı yokmuş gibi okunamayacak bu açık romana, bizden küçük bir armağan olsun:

BAĞLANMAK VE OLMAK

“Buğday tane bağlar,

Süt kaymak,

En yüce bağlamak

Yara kabuk bağlar

Yarayla kabuk arasında

Kanamaktır yaralanmak

Kabuk bağlamak

Bir zamanlar yara olmuş

Olmaktır kabuk bağlamak

Yaralanmak

Bir gün kabuk bağlayacak

Olmaktır yaralanmak

Ateş kül bağlar,

Ateşle kül arasında

Bir sarkaçtır yanmak

Kül olmak

bir zamanlar ateş olmuş

Olmaktır kül olmak

Ateş olmak

Bir gün kül olacak

Olmaktır ateş olmak...”

Ve yazmak

Olmakla zaman arasında

Varolmaktır yazmak...


Akıl metinleri, estetik, ırkçılık ve iktidar üzerine küçük bir kollokyum: I



...

“Doktor Türkk, arzu ederseniz bir pasajla başlayalım. Şuna ne dersiniz? Kim yazmış Sizce?: ‘...Herşeyden önce, romantikler için estetik, bilinmeyenin (hoş)duyular üstündeki etki alanıdır. Aynı zamanda bilinçli kavrayışıyın ötekisidir, akılla kavranabilir olanın dışındaki alandır; ırkçılık ise bilinmeyenden akla aykırı olarak korkmak ve nefret etmektir. Yani hala akıl metinlerinin içindeki bir konudur, çünkü ırkçının korktuğu bilinmeyen, aklın yöntemleri ile öğrenilebilir...sınanabilir...’...

“Bu metnin, Alman romantiklerini değerlendiren yapıbozumcu, ‘dekonstruktivist’ bir doktora tezi olması hayli muhtemeldir Sayın Profesör Almann. Yani eserin, ırkçılığın Alman romantizmi ile bağdaştırılabilirliğini reddettiğini görüyoruz. Ama bence, estetik düşüncenin ve duygulanımın özünü birlikte kavramaktan uzak. Büyük olasılıkla kaynak metin İngilizce ya da Fransızca. Estetiğin, hoşa giden bilinmezlerle ilgili olduğunu ve (modernizmin bir ikili-karşıtlık olarak gördüğü) bilişsel olqrak açıklanabilir ve sınanabilir kavrayışlarla öyle kavranamayanlar arasındaki ayrım çerçevesinde; ussal kavrayışın ötekisi olduğunu söylüyor sanırım. Her koşulda estetiğe, aklın gölge topraklarında yer arayan ya da arandığından sözeden bir yaklaşım. ‘Estetik an’ ile ‘estetik süreç’ arasındaki farka değinerek eleştirisi de yapılabilir tabii bu tümcenin. Eğer ‘beni bağlamazın’ hoşa gitme bağlamında açıklanması gerekirse böyle bir cümle kurulabilir: ‘Zevkler ve renkler tartışılmaz.’ Herşey, her yol mübahtır. ‘Sofistike soslu’ balıkla koka kola içebilirsiniz. Hatta daha da ileriye gidip tuvalet ihtiyacınızı ana caddede giderebilirsiniz. Nasılsa her yol bir kültür, her oluş bir ‘öteki’dir ya! Bizde ötekiyi mutlaka sevmek zorundayızdır. İşte lütfen o ötekiye dokunmayalım, bırakalım tuvalet ihtiyacını ana caddede gidersin... Aklın, makul nedenin, açıklayabilme yetisinin, analitik kavramanın ötekisi olarak görülen estetik duygusundan sözediyor sanırım. Böhme kardeşlerin 1983 de yazdığı bir kitap varmış: ‘Aklın dışındaki’... Ama ben, estetiğe öyle bakmak istemiyorum, henüz öyle bakacak aşamaya gelemedim çünkü... yapısal olarak gelemedim. Ortada bozacağınız derli toplu bir yapı yoksa, ortada sadece gecekondu varsa yapı-çözümcü olamazsınız, kerpiç evin neresini çözeceksiniz? Pre-modern kabilecilikte takılı kalmışsanız, hangi modern devleti yapı-çözeceksiniz?”

“Peki ama ırkçılık açısından bu metinde sizi ilgilendiren ne?”

“Beni bu tartışmalarda, ırkçılığın açıklanmasından çok estetik süreçler içinde dışlananın hangi koşullarda yeniden içeri alınabileceği ve bu ‘reentry permit’[1]i verme yetkisinin kime verileceği ile gerekçelerinin nasıl bulunabileceği ilgilendiriyor. Şiddet, dehşet, çürüme ve yıkıcı şehvetin yaşattığı tiksinme duygusunun, bir anlamda iğrencin sanatsallaştırılmasının estetik olarak nasıl kavranıp açıklanabileceği. Kimi iğrenç olan estetik iken kimi öyle değil ve bunun bir açıklaması olmalı. Yoksa, Paris Hilton’u, kendi Paris Hilton-üstü-sırça-köşklerinden zevkle izleyip dinleyen hiper-pre-post-modern arkadaşlarımı bir türlü anlayamayacağım. İyiliğin, eski komşusu estetiğe gitgide yabancılaştığı bir çağdayız. İyilikle özdeşleştirilen nitelikler başarısızlığa yolaçıyor. Sonuç: Bol paçalı, yamalı pantolonu ile metroya binen ‘idealist çalışanın’ estetikten uzak olduğu düşünülen görüntüsü! Kötülükle özdeşleştirilen nitelikler ise başarıya götürüyor. Sonuç: Kuğu boyunlu siyah limuzinin ‘estetik’ görüntüsü! İçinde kimin oturduğunun önemi yok. Aslında olanların gerçek olup olmaması da ilgilendirmiyor kimseyi artık. Hiperreal olsun yeter. Gerçek sanılsın, herkes gerçekmişçesine yaşasın o yalanı, yetiyor... Yani estetik, iyilikten ve bugün artık neredeyse güzellikten bile uzaklaştığı oranda menfaatçi-işlevselliğe, paha fikrine yakınlaşıyor... Post-modernizm de, ucundan kenarından anlayabildiğim kadarı ile, pek çok önceli eleştiririp sorgularken kendi tuzağını yaratıyor, estetiği; akıl sağlığından ve disiplinden uzaklaştırıyor. Hegemonyadan kaçalım derken böcekler imparatorluğuna doğru pupa yelken açılıyor olabilir. Bu bağlam içinde suyun altında beş ay yaşayıp ölüm tehlikesi ile karşı karşıya gelmek ‘estetik’ oluveriyor. Bunun yanında tatlı olarak ‘Paris Hilton’ servisi yapılıyor. İdrarımı bir leğene doldurup sanat galerisinde sergileyebilirim, salt o galeride sergilenmesi bile sanat kabul edilebilir. Bu, işin kurumsal, biçimsel boyutu... Sanatçının kimliği, toplumsal ortam, sanat endüstrisi vs. tartışmalara girmek istemiyorum..Fakat içkin bir boyut yok mudur? Estetiğin içkin ölçütleri... Ya post-modern araçlarla saldırdığınızı sandığınız iktidara hizmet ediyorsanız? Ya sizin kafa tuttuğunuzu sandığınız tekelci sanat endüstrisi idrarınızı leğende sergilemenize “bayılıyorsa!” Ve en kötüsü, ya siz, “iktidara” bayılıyorsanız? Yanlış anlamayın, şu ya da bu iktidara bayılmaktan bahsetmiyorum, benim aslı sorum şu: Siz, her zaman ve her yerde iktidara bayılıyorsanız, ne olacak, diye soruyorum. Böyle bir tehlike yok mu? Gölge topraklar, kimileri için sakınılacak alanlar değil. Gez dolaş ve dön. Yeniden yüzeye çıkabildikten sonra lağıma düşmekten kim korkar! Yukarı çıkma garantisi varsa kim istemez dibe vurmayı? Cebimde G7 pasaportuyla “üçüncü dünyada” hızlı gazeteci olabilirim. Üçüncü dünyalı olabilir miyim peki? Hayır, olmam. Olamam değil, olmam. Gölge topraklar benim için hayli tehlikeli. Bir grup tıp öğrencisi olabilir ve ölümden sonrasını araştırma niyeti ile solunumumu durdurabilirim. Böyle ‘hareketlerden’ kimileri sağ çıkar, kimileri ölüp gider. Kimse beriki ölmüşken öteki niye yaşıyor acep diye sormaz. Neticede böyle önemli şeylerin yerleşik halk topluluklarına da açıklanabilir olması gerek. Kant’da en çok sevdiğim de odur. Yerleşik halk topluluklarına elle tutulur metinler vermiştir. “Post”ları da bu geleneği sürdürmektedirler. Salt laf-ebeliğine, “herşey-uyar-bana”lara, “her üç satırda bir a harfini kullanmayacağım” diye ortaya dökülen hokkabazlıklara diyeceğim çok, çok da konu dağılsın istemiyorum.

Elle tutulur her metin bir sistem, bir “yapı” olarak saldırıya açık hale gelir tabii. Sistemi, yapıyı darmadağın etmek isteyenler de bunu çözmeye, yapının dokusuna gizlenmiş şiddeti açığa çıkarmaya çalışırlar. Kötü bir şey mi? İyi tabii. Neden kötü olsun? Son derece değerli. Ama yapıya saldırmak, “her şey uyar”a dönerse, bilmiyorum...”

“Metne dönelim isterseniz Doktor Türkk, lütfen, rica ederim...Ve bilhassa, metindeki öteki kavramına...”

“Sayın Profesör Almann, sanırım incelediğimiz metinde kullanılan ‘the other’, öteki anlamında. Dışlanan ve hegemonyanın yarattığı karşıt kavramlardan biri olarak ele alınmış. Böylece estetik de, makul gerekçeler sunan aklın bilinçli olarak kavrayabileceği şeylerin dışındaki gölge topraklar olarak değerlendirilmiş. Fakat, Professor Almann, yine de şiddetin, nefretin ve bir takım rezilliklerin nasıl olup da estetik kültürümüz içinde bir yer edinebildiğine şaşıyorum, o kadar. Nerede o görmeyi olanaksız kılarak gösteren, nerede salt acı ya da hüzün vererek hoşa giden?! Dilin koca koca kavramlarının şiddet oyunlarını gerçekten ifşa eden ciddi küçük hikayeler nerede?! Nüktenin içine gizlenmiş ölüm-korkusu nerede? Meta-kuramlara inancımızı yitirmiş olabiliriz ama ahlakı aramak, gerçekleştirilmesi olanaksız diye vazgeçilmesi gereken bir çaba mı? Anlıyorum, her şeyi soyut bir emirler-ve-yasaklar diktasına oturtmayalım, peki ama küçük hikayelerde gerçek “ötekiyi”, gerçek “farklı” yı nasıl bulalım? Üstelik zamanımız ve mekanımız bu derece sınırlanmış iken? Moda olan “öteki” den bahsetmek yerine moda olmayan “öteki”den bahsetmek, ötekiden bahsedebilmenin asıl yolu değil mi?”

“Şakacısınız Doktor Türkk... Metin, Sorbonne’da doktora yapan Amerikalı bir yazara ait. Alman idealizminin estetik anlayışı açısından ırkçılığı değerlendiren bir kitabından alıntı.”

“Tahmin etmiştim Profesör Almann.”

“Fakat beni affedin...Konumuz sanat felsefesi ile ilgili değil Doktor Türkk... Daha çok Alman romantizminin ırkçılıkla bir ilişkisi var mı yok mu, onu tartışıyoruz, biliyorsunuz. Yani romantik birlik ve bütünlük fikri bağlamında...Hatta idealist felsefenin, ‘evrensel akıl ilkesi’ bağlamında.”

“O açıdan şunu söyleyebilirim Profesör Almann...Metnin, ırkçılığı, hem akıl metinlerinin içinde hem de akla aykırı ve belki de bu nedenle de kontrol altına alınabilir görmesi oldukça iyimser, hatta safdil bir yaklaşım. Yoksa incelediğimiz metin, politika mı yapıyor? Aklın ötekisi ile akla aykırı arasındaki farkı daha net açıklaması gerek...”

“Takip eden bölümlerde onu yapıyor Doktor Türkk...”

“Eh... iyi o zaman. Bilemiyorum efendim. Çoğumuz, Alman anti-semitizmini, aydınlanma felsefesine karşıt olarak görürüz ama Alman idealizminin köşe-taşlarından birinin anti-semitizm olduğunu ve karşısına rasyonel-olmayan, evrensel-akıl karşıtı, oryantal bir ‘Yahudi’ oturttuğunu düşünenler de var. Var mıydı öyle bir ‘yahudi’ o zamanlar. Muhtemelen yoktu, yoktu ama öyle ya da böyle inşa edilebilmiştir o ‘yahudi’. Bana soracak olursanız, Alman romantiklerinin, Alman idealistlerinin ya da artık Alman olan ne varsa onların hepsini bir kefeye koyup tespitlerinizi salt romantizmin-anti-semitizmi üzerinden yapamamalısınız. O zaman siz de eleştirdiğiniz kabilecilik fikrine saplanmış olmaz mısınız? O zaman biri gelir, Nietzsche’yi, Karl Marx’ı, Sigmund Freud’u, Edmund Husser’i, Emil Ludwig Fackenheim’ı, Franz Rosenzweig’ı, Walter Benjamin veya Emmanuel Levinas’ı, hele hele Martin Buber’i, ‘Yahudi’ kefesine koyar ve Alman felsefesini Alman-Alman-felsefesi ile Yahudi-Alman-felsefesi olarak ikiye ayırır. Buber’i en sonunda zikrettim çünkü o, İkinci Dünya Savaşı sonrasını görmüştü... Bununla beraber hepsinden ziyade Theodor Adorno’da fena olmayan bir Alman gördüğümü inkar edemem... Yani ‘Alman’ olan nedir ki? Kimdir ‘Alman’? Eğer Alman felsefesi ile Yahudi-Alman felsefesini birbirinden ayırabileceğinize inanıyorsanız, buyrun ayırın. Ama bu mümkün değildir kanısındayım. Birbirleriyle simbiyotik ilişkileri var.”

“Irkçılıkla mücadelenin yolu, modernitenin alaşağı edilmesi midir?”

“Hocam ben modernitenin alaşağı edilebileceğine inanmıyorum. Sonuçta modernite, bugün ne ise odur. Bugünü alaşağı edemezsiniz. Öte yandan, örneğin Adorno’ya göre, modernitenin eleştirisi, aynı zamanda modernite öncesinin de eleştirisi olmak zorundadır, post modern’e sarılmak, modern-öncesine dönmek anlamına gelememelidir. Aksi durumda modernitenin ölümcül yanlışları, post-modern koşullar altında da gerçekleşecektir. Yani kız çocuklarını sünnet etmek yanlıştır, nokta. Ne kadar post modern olursam olayım, kız çocuklarını sünnet edenleri hoşgörülesi “ötekiler” olarak göremem. Benim için asıl “öteki”, “kız çocuğu”dur çünkü. İktidar, sevilesi “öteki” olamaz, iktidar didiklenesi ötekidir. Şüphesiz, aydınlanmanın da bir ters dialektiği vardır. Karanlıktan mutlak ışığa doğru artan ışık yoğunluğu haddinden fazla olduğunda da kör olabiliriz... Anladık, anladık ama aydınlanmayı tırnak içine alan aydınlanma eleştirileri de aynı yanlışa düşmemeli. Adorno, bu tehlikeyi görmüştür ve bugün yeniden son derece güncel bir felsefeci olmasında bu uzak-görüşlülüğünün payı vardır.”

“Irkçılık modern bir kavram mıdır?”

“Sayın Profesör, bence ırkçılık da, modernite koşulları altında modern-öncesine bir dönüştür. U-dönüşüdür. O nedenle, post-modernin, modernite eleştirisine dahil olan bir konudur. Birbirlerinin can düşmanı gibi görünmelerine karşın, hem Heidegger hem de Adordo modern çağın teşhisini iyi koymuşlar gibime geliyor. Bence incelediğimiz pek çok post-modern metnin içine onlar da ışık tutabilir. Ve Heidegger’in çocuklarına hiç de sempatim yok değil: Hannah, Karl, Hans... Ama Faucault-Derrida, Lyotard diye girmiştik ya Sayın Profesör... Semiyotik, hermönetik filan... şimdi onların İkinci Dünya Savaşı öncesindeki kaynaklarına bakacak olursak...

“Affedin. Sözünüzü kestim Doktor... Az sonra çıkmak zorundayız. Sonuç olarak ne diyorsunuz?”

“Diyorum ki efendim, ırkçılık, hiç de akla aykırı değildir. Irkçılığın modern-öncesi bir kaynağı vardır ve o kaynak yolu ile modernitenin akıl metinlerinin içine pekala alınmıştır. Irkçılık, Zenofobi değildir. Zenofobi, ayağınızın altında değişik bir böcek türü görmüşseniz hemen irkilmeniz gibi bir şeydir. O refleks, akla aykırı olarak ortaya çıkabilir. Mesela, küçük bir hareketli gölgeyi böcek sanırsınız, çığlık çığlığa bağırmaya başlarsınız. Ama entomolog arkadaşınız size o böceğin hiç de zehirli olmadığını, size bir kötülük yapmayacağını ya da işte böcek sandığınız canlının, böcek değil de bir tür kelebek olduğunu vb. bir çok şeyi açıklarsa rahatlarsınız. Genel bir böcek fobiniz yoksa yani...Böceği sevmeye başlamazsınız hemen tabii ama artık ondan eskisi kadar korkmazsınız.

Modern ırkçılık ise akla aykırı reflekslerle ifade edilen pre-modern zenofobiden başka bir şeydir. Modern ırkçılık hakkındaki teoriler hep onsekizinci yüzyılla başlar ve günümüze gelir. Fakat bence bu yaklaşım çok eksik. Modern devletten önce, “benim varoluşum için başkalarının yokolması lazım” diyen pre-modern ırkçılık bugün “benim daha sağlıklı, daha saf ya da diyelim daha yüksek kültürlü, daha korunaklı, daha medeni kalmam için başkaları yokolmalı” demese de “benimle birlikte yaşamamalı, yanımda yöremde olmamalı, benden uzak olmalı” diyor. Yani, modern öncesi argüman modern dönemde dönüşmüş bir biçimde karşımıza çıkıyor ve pek çok makul gerekçesi olduğu için akla uygun sayılabiliyor. Düşünün, güllük-gülistanlık bir evde oturuyorsunuz, “karanlık” birileri yaşam alanınıza doğru yaklaşıyor, o alanı elinizden alma ve orayı cehenneme çevirme tehlikesi yaratacaklarına inanıyorsanız, sınırları kapatırsınız. Bu tepki akla uygundur. Uygundur da doğru mudur? İyi midir? O zaman tartışma konusu olması gereken asıl nokta, ırkçılığın akla aykırı mı yoksa aklın “ötekisi” mi olup olduğu değil, hangi aklın ne zaman “doğru” olup ne zaman “yanlış” olmadığı sorusu değil mi? Irkçılık doğru değildir, “hakça” değildir. Yoksa çoğu zaman, çoğu “şimdiki-zaman” pek makul bir tutum olabilir. İnsanoğlu, akılla-akıldışılık, aklın berikisiyle-aklın ötekisi üzerindeki tartışmaların yanına, aklın iyisiyle aklın kötüsü tartışmalarını da koymuştur. Irkçılık, aklın doğrusu ve yanlışıyla ilgili bir tartışma olmalıdır kanısındayım.

Öte yandan ırkçılıkla savaşacağım diye öteki-sevdanızı abartır, karşınıza çıkan her “öteki”yi kendi benliğinizin ayrılmaz-parçası kılacak kadar yamalı-“hoş”-görülü olmaya çalışırsanız, sonunuzun nereye varacağını tahmin etmek zor değildir. Bir kere post-modern öteki, her “öteki” değildir. İkincisi, post-modern epistemoloji, egemen-akla (ve özellikle gayri-meşru egemen akla), egemen-mantığa, otoriteye ve genel-geçer kabul edilen deneysel bilgiye şüpheyle yaklaşılmasını öngörür, her akla ve her bilgiye değil. Üçüncüsü, post-modernin “ötekiye ait olanı” geri dönüştürüp gene ötekiye pazarlayan post-endüstriyel hegemonyaya yataklık etmesi tehlikesidir. Ne hikmetse “öteki”, “öteki” diye tutturan hiçbir batılı felsefeci, metinlerini batı-dışı kaynaklardan yararlanarak inşa etmemiş, “modern gelenek” adını verdikleri “geleneği” homojen kalıplar içine sokarak, totaliter tuzağa ironik şekilde kendileri düşmüştür.

Subjektivitelere karşı mıyım? Neden olayım? Bir insan hem insan, hem bitki, hem ozon tabakası olabilir, olsaydı ne olacağını tahayyül edebilir. Ama bir insan uzaktan kumandalı bir bomba, kız-sünneti usturası, kaçak-işçinin az sonra yanlışlıkla başına düşecek bir vinç parçası olmak zorunda mıdır? Her şey oldunuz, her şeyi anlayabiliyor ve hoşgörebiliyorsunuz, her ötekiyi seviyorsunuz diye daha iyi bir insan mı oldunuz? Önce ne istediğimize karar verelim. Farklılıklara saygıyı mı savunuyoruz yoksa iyinin yanında ve eş-değerli olarak (hatta iyiden daha gürültülü olarak) kötünün, zalim ahraz her borunun öttüğü kakafoniyi mi? “Gerçekten” çok renkli bir dünyanın mı peşindeyiz? Yoksa herkes, artık “herkes” olduğu için, herkesin –doğallıkla- birbirine benzeyeceği bir dünyanın mı? İnsanı insana kul edenler, kız çocuklarını sünnet edenler, nehirleri kirletenler ve benzerleri, sevilesi “öteki”ler değildirler. Öteki-ötekidirler ve ister kravat taksınlar isterse imam gömleği giysinler onları eleştirmek ırkçılık değildir. Hele hele çoktan iktidar koltuğuna oturmuşlara ve artık “mecburen” daha az hesap verir hale gelmişlere “canım ötekiciğim” okşayışları servisi yapmak, akıl metinlerini olmasa bile, midemizi bulandırır.”

“Neden bu kadar kızgınsınız Doktor Türkk, bu sadece bir kollokyum ve affedin, kime kızdığınıza da akıl erdiremedim.”

“Sevgili Profesör Almann, kusuruma bakmayın, affedin zamanınızı aldım.”

“Ama bana borçlusunuz, gelecek sefer şu kızgınlığınızın nedenini anlatıverirsiniz umarım...”

“Tabii efendim.”

“Çıkalım mı?”

“Çıkalım.”


[1] Yeniden içeri girme izni.