6 Ekim 2009 Salı

Edebiyatvehukuk.org sitesi

Değerli Ziyaretçi,

Yeni kurduğumuz http://www.edebiyatvehukuk.org sitemizi de ziyaret edin. Daha çok sayıda haber, makalele ve yazı orada!

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Antonio Gramsci: Eylemin ve düşüncenin holistik prensi


“…Ama ben, vicdanlı yüreği ile

sadece tarih içinde hayat bulanın,

hiç o zaman saf bir tutkuyla iş görebilir miyim,

tarihimizin bittiğini bilirsem eğer?”*


Öykü Didem Aydın

**(Agos Gazetesi Kitap Eki’nin 2009 yılı Ağustos ayı sayısında yayınlanmıştır)

Şimdiye kadar yazılmış Antonio Gramsci yaşamöyküleri içinde en çarpıcı ve sık dokulu olanlarından biri Türkçede. Giuseppe Fiori’nin “Antonio Gramsci: Bir Devrimcinin Yaşamı adlı biyografisi, Kudret Emiroğlu’nun çevirisiyle, İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.

Gramsci’yi tanıyanlar, onun çileli biyolojik yaşamının, özgün ve büyük düşüncesinden ayrılmaz bir debi ve akış sergilediğini bilirler. Gazete ve kitap almak için yiyeceklerini satacak kadar öğrenmeye tutkulu çocuk, Sardunya Adası milliyetçisi genç, sadık kardeş, idealist ve çalışkan üniversiteli, keskin-kalemli toplumcu gazeteci, iradeci düşünür, vicdan sahibi bir devrimci, annesinin oğlu, bir insanı sevemiyorsa toplumsal bir sevgi yaşayamayacağını hisseden sevgili koca, çocuklarının fotoğraflarında zamansızlığı yaşayacak kadar şevkatli bir baba, İtalyan Komünist Partisi’nin özerk ama birleşik-cepheci lideri, konuşması “ciğerlerinden değil beyninden” geldiği hemen anlaşılan etkili hatip, faşizmin, beyninin işlemesini “en az yirmi yıl durdurma”ya kalkıştığı düşünsel-azılı ve çileli ama iyimser bir siyasal mahkûm olarak Antonio Gramsci’nin büyük hayatını, bedensel engellenmişlik, yoksulluk, aşk, fikir ve mücadele günleriyle ve ‘bütün’ kişiliğini oluşturan insani ve toplumsal etmenleri göstererek anlatıyor Giuseppe Fiori.

Babası Francesco Gramsci’nin, Sardunya Adası’nın Ghilarza kasabasında 1881 yılında taşıdığı evle başlıyoruz Gramsci’nin büyük hayatına dair yolculuğumuza. Kırmızı lav taşlarından inşa edilen tek katlı evin sakinlerinin aile tarihine çevrilen biyografik objektifin açısı –Gramsci’nin doğumundan başlayarak– kâh toplumsal-tümel etkenlerle genişliyor ve Gramsci’yi ‘Gramsci’ yapan koşulların panoramasını gözler önüne seriyor; kâh yeniden birey-odaklı daralıyor ve koşullarından ‘Gramsci’ olan büyük insanın kararlı iradi yönelimini sergiliyor. Böylece, anlatının objektifinin, değişen odak uzaklıkları ve görüş açılarıyla ortaya koyduğu büyük-küçük tüm sahnelerin diyalektiğinden, hakiki bir Gramsci portresi ortaya çıkıyor. Giuseppe Fiori; Gramsci’nin portresini, Gramsci’nin felsefesine uygun yöntemlerle çizmiş oluyor bir anlamda. Onun yaşamının, mücadelesinin ve düşüncesinin gelişiminin sık dokusuna gereken duyarlılığı göstermek kaygısında olan özenli bir yaşamöyküsünden de bunu beklerdi sanırım Gramsci. Tek katlı evin lav taşlarının mütevazı pastel kırmızısı; aşama aşama, çok-katmanlı ve meydan okuyucu bir devrimci kızıla dönüşüyor, ve sonunda o kızıl, hapishaneden annesine yazdığı mektupların aynı mürekkep renginde imlenerek hüzün derini bir duygusal anlama eriyor.

İtalya’nın ‘bölünmez parçası’ sayılan ama hep ‘ayrık ve acılı’ bırakılmış bir adanın, Sardunya’nın, 20. yüzyıl başlarından hemen önceki portresi, yok olmanın eşiğinde bir tarım ekonomisi; yaygın bir maden ve doğal kaynaklar sömürüsü; kıtanın korumacı ekonomi siyasetine karşı çıkacak strateji ve taktikler geliştiremeyen üretici sınıfı; nepotizm, kayırmacılık ve yolsuzlukla yükselen yerel yönetici kliği; kullanılmışlık, yoksulluk ve kenara atılmışlıkla tetiklenen tepkisel haydutluk ve işçi-halk ayaklanmalarıyla çizilir. Sardunya İtalyan değildir, Sardunyalıdır ve merkezi idarenin memurlarının sürgün yeridir. Orada İtalya devleti, ölesiye sömürülen maden işçilerinin hak taleplerine jandarma silahlarıyla cevap veren; maden şirketleriyle saadet zinciri işbirliği yapan; “vergi memurları, polis şefleri ve müfettişleri besleyen, grev bastırma yöntemlerinde ustalaşmış kocaman, dehşet saçan bir makine” gibidir. “Sosyalist ve anarşistlerden o kadar rahatsız” olur ki o ‘makine’, “haydutlara ve alçaklara ayıracak zamanı kalmamış”tır. Yıkık-dökük binalarda öğretmensiz okullar, okuma yazma bilmeyen geniş bir halk kesimi, savaş ve ayaklanma coğrafyası, yoksul ama kızgın-devingen bir ‘ada’lık hali… Bir yerlerden tanıdık geliyor mu? Salt bu tanıdık ‘hal’den ‘olan’ büyük bir düşünür ve eylem adamının çocukluk hikâyesi bile, ‘bizim’ coğrafyamızda güncelliğini koruyan soru ve nidalarla dolduruyor insanın aklını.

Sardunya ‘ayrı’lığının, çocuk ve genç Antonio Gramsci’nin yaşamının tüm belirleyici yıllarındaki izdüşümleri, örneğin babasının hapse girişinin Sardunya ‘sorunu’ ile bağlantısı, “Sardunya ulusal bağımsızlığı için mücadele etmenin bir zorunluluk olduğunu düşünmeye” başlatır genç Gramsci’yi – “Kıtalılar defolsun, bu sözleri kendim de defalarca yinelemiştim” dedirtecek kadar. Aşama aşama artan yoksullaşmaya ve siyasal baskılara karşın okumaya, öğrenmeye, gazete, dergi ve kitaplara, şiirlere, romanlara, edebiyata ve felsefeye tutkulu olduğu kadar, toplumsal yaşama da tutkundur Gramsci. Okulundan evine kilometrelerce yol yürürken, yolkesen haydutların, eğlencelik kurşun atma oyunlarıyla korkuttuğu bu çocuk, aynı yoldan yeniden geçecek kadar da cesaretlidir. O çocuk, önce Sardunya milliyetçisi genç bir sosyalisttir. Ama onu Ghilarza köyünden dar sıra tepelerin üstündeki yanardağa yaslanmış Santu Lussurgia’ya, Santu Lussurgia’dan yerel merkez Cagliari’ye, Cagliari’den ulusal sanayi merkezi Torino’ya ve en son da İtalya dışına, Viyana’ya ve Moskova’ya taşırırken dalga dalga genişleyen, genişlemesine karşın hep dikkatli, keskin gözlemci ve duru kalan eğitim, eylem ve düşünce ufku, Sardunya’nın tek ve gerçek düşmanının Kuzey’in sanayicileri ve işçileri değil, sanayicilerle işbirliği yapan Güneyli yönetici sınıf olduğu fikrine varacak kadar da gerçekçidir.

Fiori’nin çok çeşitli kişisel, kültürel ve bilimsel kaynakları değerlendirerek oluşturduğu, yeterli ayrıntıya hep egemen kalan renkli anlatısı, Sardunyalı Gramsci’den ulusal kimliğine geçerken bölgesel geçmiş ve deneyimin içinde sıkışmayan ve yeni ‘ulusal’ yaşam biçimini toptan özümseyip geniş bir bakış açısı elde ederken yerel deneyim ve duyarlığı gözardı etmeyen bir düşünce ve eylem adamının salt doğumunu, gelişimini ve yaşama veda edişini anlatmakla kalmıyor, mirasının ‘asıl ne olduğu’ sorusuna da açıklık getirilmesi için sağlam bir zemin oluşturuyor. O mirasa dahil olan, sadece gazeteci ve siyaset önderi Gramsci’nin ‘eylemleri’ değil, hapishaneden yazdığı mektuplarda dile getirdiği gibi, “sonsuzluk için bir şeyler” yapan ve bu yolda aydınların araştırılması ve aydın kimliğinin felsefi, sosyolojik tahlilinin yapılması, karşılaştırmalı dilbilim araştırmaları, Pirandello tiyatrosu çalışmaları, tefrika romanlar ve edebiyatta halk zevki üzerine denemeler, tarihyazımı kuramı, hegemonya kavramının işlenişi, çeviriler, Katolik hareketin gelişim kuramı, Güney sorunu, Amerikancılık gibi sayısız konuda eserler veren; son derece kötü hapishane koşullarına karşın, ardında, düşünsel pahası biçilemeyen, dört bin daktilo sayfalık ‘Hapishane Defterleri’ni bırakan, berrak fikirli bir düşün adamının ‘yaratıları’dır.

Gramsci, kendi bölgesel geçmişini yok saymadan ve yok etmeden sosyalist olur. Sosyalist bakış açısı ona Sardunya protesto hareketinin zayıflıklarını ve sınırlarını gösterirken, Sardunyalı geçmişi de, doğal olarak, Güney’i gelişimin engeli olarak gören işçi sınıfının ideolojik eksikliklerinin bilincini kazandırır. Kırsal sorunu, sosyalist devrim sorunundan ayırmaz. Siyaset kavramını, zaman ve mekân sınırlarının dışında soyut ve normatif olarak görmeyi reddeden Gramsci’nin, Bolşevik Devrimi’ne düşürdüğü özgün ve özerk bakışı daha iyi anlarız böylece. Avrupa’dan ve Leninist devrimden dersler çıkarır ama İtalyan toplumunun ve sınıf savaşımının somut tarihsel koşullarını değerlendirme isteği, yani ‘özerk’liği, yazılarında apaçık ortaya çıkar.

Gramsci’nin Tasca, Terracini ve Togliatti ile beraber kurduğu L’ordine nuovo (Yeni Düzen) dergisi, Sovyet devrimini ve ‘sovyet’ örgütlenmesini, İtalyan ‘fabrika konseyleri’ uygulamasında kuramsal olarak geliştirmekle kalmayacak, kurulur kurulmaz, fabrika düzeyinde de pratik olarak benimsenecektir. Fiori –’devrim’in fabrikada başlamasını öngören Yeni Düzen’ci Gramsci’nin, artan üye sayısına ve somut gücüne karşın ‘burjuva demokratik parti kimliği’ ile ‘devrimci öncülük rolü’ arasında kalıcı bir seçim yapamayan İtalyan Sosyalist Partisi’nin yenilenmesi ve yeniden örgütlenmesi için çağrı içeren, meşhur– ‘Sosyalist Parti’nin Yenilenmesi’ne Doğru’ metnine götüren koşulları da anlatmaktadır. Sözü edilen metinden sonra yapılan tartışmalar, Sosyalist Parti’den koparak doğan Komünist Parti’nin gelişimini ve faşizmin ayak seslerini herkesten daha iyi duyan Gramsci’nin ‘birleşik cepheci’ uyarılarını içeriyor. Gramsci’nin, Sosyalist Parti’nin proletarya diktatörlüğü yolunda uygun koşulları değerlendirmekte yetersiz kalması ve bir devrimci çıkışın –özellikle incelikli örgütçülük ve fikirle eylemi buluşturan bir düzlemde– Torino dışında da gerçekleştirilememesi halinde, başa gelecekleri öngören şu sözleri, kitaba ‘bugün’den bakan okuyucu için çok sarsıcı:

“İtalya’da sınıf mücadelesinin mevcut aşaması ya devrimci proletaryanın iktidarı almasıyla…veya mülkiyet sahibi sınıfın ve iktidar kastının korkunç karşı eylemiyle sonuçlanacak. Sanayi ve tarım proletaryasına boyun eğdirmek için hiçbir terör biçiminden sakınılmayacak, bütün işçi sınıfının siyasal mücadelesi (Sosyalist Parti) ve işçilerin ekonomik güç sağlayan örgütlerini (sendikalar ve kooperatifler) burjuva devleti içinde parçalamak için ellerinden geleni yapacaklardır.”

İşte, şimdi biliyoruz, yapmışlardır! Peki o zaman, “Gramsci eylem insanı olarak kaybetmiştir” denebilir mi? Belki de bu soru bugün yersiz ve anakronistiktir. Gramsci, korktuğunun başına gelmesiyle yitirmişti belki, ama sorunları ortaya koyuş yöntemi, düşünce çizgisi ve tespitleri yitmedi. Sanırım onu bugün hâlâ ‘inanılır’ kılan en çarpıcı yönü de, onun ‘düşünür ve felsefeci’ kimliği. Giuseppe Fiori, eylemci Gramsci ile düşünce adamı Gramsci’nin neden yönelimi belirsiz ve yatay bir ‘İleri!’ den çok, kökten bir ‘Yeni Düzen’ için çalıştığını anlamayı sağlayan kapsamlı bir siyasal-toplumsal İtalya tablosu da ortaya koyuyor ve İtalyan faşizminin, neden “özellikle onun beyninin” çalışmasını “en az yirmi yıl durdurmaya” kalktığı sorusunun yanıtını anlaşılır kılıyor. Kitap, Sardunyalı Gramsci’yi, önce kıta İtalyası’nın ulusal devrimci mücadelecisine ve uluslararası ortak-çalışmacı komünistine dönüştüren sürecin yapıtaşlarını oluşturan bireysel, ailevi ve toplumsal ortamı pek çok farklı kaynaktan süzülmüş ince tahlillerle gözler önüne seriyor. O zaman da okuyucu, Gramsci’nin doğumundan önceki Sardunya ortamından, faşizmin ayaklarının ‘Roma’ya Yürüyüş’üne, o ayakların baş oluşuna ve Gramsci’yi hapsedişine uzanan tarihsel çizgi üzerinde pek hüzünlü bir zaman yolculuğu yapıyor.

En verimli yıllarını hapishanelerde geçirmek zorunda kalan Gramsci’nin yaşamını, yakınlarıyla yaptığı görüşmelerin yanı sıra mektupları ve yazılarıyla işleyen Fiori, bu büyük hayatı çocukluğuyla, gençliğiyle, okuduğu ve okuttuğu yazılarla, aşkı, mücadelesi ve özlü sözleriyle anlatmakla kalmıyor, Gramsci’nin babasının Ghilarza’ya geldiği 1881 yılıyla Gramsci’nin, kocaman, hareli, güney aydınlığıyla ve Akdeniz’le dolu gözlerini bu hayata kapadığı 1937 yılı arasındaki dönemin zengin bir panoramasını da sunuyor. Kapak yazısındaki şu tespit çok doğru: “ ‘Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği’ düsturunu sahiplenmiş, en özgün ve düşünceleri hiç eskimeyen devrimciyi ve filozofu daha iyi kavramak için mutlaka okunması gereken bir eser.”

* Pier Paolo Pasolini, Le Ceneri di Gramsci (Gramsci’nin Külleri), 1957. Dizeleri çeviren: Öykü Didem Aydın.

KÜNYE:

Giuseppe Fiori

Gramsci: Bir Devrimcinin Yaşamı

çev. Kudret Emiroğlu

İletişim Yayınları, Temmuz 2009, 359 s.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Geleceğin Romanı ve Mert Ataol'un "Sardalya Avı"

Bir süredir internet üzerinde yazılmakta olan ve okuyucu ile yazarı birlikte dokuyan bir romanı izliyorum. Açık bir roman bu. Yazılırken okunuyor. Yazarı yaşarken, o da yazarının yaşamıyla birlikte yoğruluyor. Mavi bir roman bu, açık deniz. Ufuk çizgisinin ötelerine yaslanmış kara parçalarına açık.

Mert Ataol ‘Sardalya Avı‘ adını verdiği romanını, “çevrim içi ve etkileşimli ara yüzleriyle birlikte” işlemeye 2008 yılının Haziran ayında başlamış.Yazar, metnin, hem yazılan romanın, hem de onun yazılma sürecindeki yazarının hikayesini metaforik bir eş zamanlılıkla anlatmayı hedeflediğini söylüyor: “Roman yazılmakta ve yazarı da yaşamaktadır. O nedenle bu çalışmada da hem yazılan, hem de yaşanan bir arada ve açıktadır. Yazar yazdığının ardında kaybolup gitmez. Neyi ve nereden çıkardığı ile gerçektir ve ortadadır...Belki de okuyucusuna verecek bir hesabı vardır.”

Romanın dili, üslubu, diyalektik altyapısı, konu ve kurgusu zaten geçmiş dönemde yapılmaya çalışıldığından ve örgünleştiğinden yazarı ile” bütünleştiği bu projede “bölüm adları, hikayenin Dramaturjisine uygun olarak belirlenmiş ve içeriğine yansıtılmış...”. Yazar, “Yalın ile Pembe’nin, İsmail’in, Yosun Ana’ nın, Coşkun ve Berduş’ un olağanüstü renkler ve tonlamalarla süslediği ‘Bir göç ve aşk hikayesi’”ni bizlerle paylaşıyor.

Sardalya Avı’nın sitesinin, Nedir? adlı bölümünde kurgusal öykü hakkında bir açıklama var. İşte Sardalya Avı:

...

{ “Sardalya Avı” nedir?

Tepeköy, Karantina, Göçada ve civarlarında yaşayanların hayatları, hemencecik diplerinde, tepeden bir kaç yüz metre aşağılarında, karaçam ağaçlarının sahille buluştuğu, masmavi enginliklerin, henüz çöplüklere dadanmamış bembeyaz martılarla, kumsallar ve kayalıklarla buluştuğu, buluşmakla da kalmadığı, çoğu zaman yaşama karıştığı, deniz ile iç içedir.

Türlü renklere bulanmış sandalları, balık ağları ve kokuları, martı çığlıkları, deniz kırlangıçları, misina, olta, mantar yaka, kuşun yaka, heyamolalar eşliğinde sardalya…

Kasım ayının ilk haftası başlayan av mevsiminin, Mart ayında ikinci yarısına girilir. Bitime doğru gelir yaz. Kışlıklar uzunca bir süre yüzüne bile bakılmayacaklarından, elbise dolaplarının dip köşelerine dertop edilip kaldırılır, varsa naftalinlenir falan,

yazlıklar çıkarılır ve kırışıklıkları giderilir.

Yaz oldukça sevilir oralarda.

Denizde ise hazırlıklar başkadır. Büyük karınlı teknelerin ağ donanımları değiştirilir, fanyalı olanlar derme çatma kurulmuş balıkçı barınaklarına yığılmadan önce iyice kuruması için serenlere çekilir , yirmibirlikler ise, onları mekik ve masır iplikleriyle onaracak olan “usta” nın önune getirilip bırakılır, aylardır yüzüne bakılmamış eski tekneler, terkedilmiş hallerinden koparılıp, onarım için ve löküz kayığı olarak kullanılmak üzere, feleklere çekilirek bakıma alınır, herkesin yüzü gözü yağlı boya, macun ve bezir yağına bulanır, gülünür , şakalaşılır, eğlenilir.

İşte Sardalya Avı o zamana denk gelir.

Bu satırların yazarı artık bir gözlemcidir. Ve sardalya avına çıkar.

Herkes gibi onun da bir düşü, bir amacı ve var olabilmek için sardalya avına ihtiyacı vardır.

Yaşar…

Yaşadıkça da biriktirdiğini getirir yazdıklarının içine usulca bırakır. O artık bir gözlemci olmanın ötesine geçmiş, okuyucusu ile gözlemledikleri arasında mekik dokuyan bir ağ ustası olmuştur.

Sabırla, inatla ve inançla aktarmaya çalışmaktadır…

“Bir temas alanı” nedir?

Burası döngünün başladığı yerdir. Ağ ustası ile sardalya avının arasında biçimlenen metafordur. Göçtür mesela. Ama aynı zamanda bir aşk olma olasılığı da oldukça yüksektir. Anlayana anlamdır.

Her hangi bir ‘gözlemci‘, yaşamın dışında hiç değildir. Aktarabildikleri, temas ettiği ve gözlem değeri taşıdığına inandığı olaylar yada eylemler bütünüyle iç içedir. Aktardığı ise etkileşim süresi içinde kendinde yansıyandır. Bu nedenle “Bir temas” bölümündeki yazılar, yazarın ham veri toplamakla uğraştığı, gelişigüzel ama verimli, aynı zamanda dinamik olay akışları veya akışkanlarıdır. Yazar bu temaslardan mutlak bir yargı veya edinim ile dönmek zorunda değildir. Alır veya verir bunu dert etmez. Ancak bir ayna vardır ve habire yansıtmaktadır.

O nedenle bu alanda yazarın canlı ve cansız nesnelerle kurduğu iletişimi görecek, yaşadığı olaylar karşısında takındığı tavırları izlemeye çalışacağız. Taksi veya dolmuş duraklarında onunla yürüyecek, moda sahilinde onunla geziye çıkacağız. (Göçada) Göççeada’ da soluklanıp Tepeköy’ ün karanlık limanından dalgaları gözleyeceğiz. Uzaktan bir kadın süzülecek gözlerimize pazar yerinde, al basacak her yanımızı, kızaracağız; ya başımızı öne eğip geçeceğiz yanından, yada ona usulca ve yepyeni bir aşka yaklaşacağız.

“Bir dokunuş” alanı nedir?

Gözlemci, etkileşime girdiği olaylar zincirinde, aktif bir rol almak ister. Olanın ve sürecin içine girme olasılıklarını denemiş, bir biçimde eyleme davet edilmiş, süregidene katılmış olabilir. Bu olduğunda ise artık o, gözlediğinin içinde bir de deneye sarılmaktadır. Kendi yaşam alanının içerisine dinamikler karışır. Nasıl olsa izinlidir ve izin vermektedir. Bunu değerlemeye çalışır ve kalkar Karantina’ya iner, Coşkunun kahvesinde soluklanır, bir çay söyler, Berduş ile şakalaşır. İlerleyen zamanlarda artık Berduş ona rastladığında onunla iletişim kuracak, selam verecek ve olasılıkla da bir gece ‘Ot içmeye‘ çağıracaktır,

ya da ;

Çayını söyler, bir yandan az sonra gelecek olan çayı içerek hararetinin dineceğine inanır, bir yandan da yan masada oturmakta olan kadını süzer. Bunu incelikle yapmaktadır. Kadının okuduğu kitabı incelemeye çalışır, düşünür ve harekete geçer, belli belirsiz varlığını hissettirmeye çabalar. Başarır. Neden sonra bir biçimde kadınla temas kurar, yanyana gelirler, birlikte karıştırılır çaylar, okunulan kitabın üzerine bir şeyler fısıldanır. Birbirlerinin gözlerinin derinliklerini aralamaya çalışırlar. Artık hararet, her ikisini birden basmaktadır.

“Ve biraz da geçmiş kokar” alanı nedir?

Gözlemcilikten geçip deneyime ulaşan yazar, artık olayların içinde belli bir aşamaya kadar gelmiş, deneyim kazanmış ve süreç hakkında belirgin bir yargıya veya tutarlı bir değerlendirmeye yaklaşmıştır. Ancak bunun için, olaylar dizisinde olanlar ile geçmişte edindiği deneyimler arasında da bir uzlaşma beklemektedir. Ya içinde bulunduğu durum kendisi için biçilmiş bir kaftan olacaktır, veya giymeye çalıştığı elbiseyi parçalayacak, söküp, yırtıp bir kenara atacaktır. Bir seçim yapma zamanıdır artık. Ya Berduş ile ara sıra buluşup ona uyacak ve birlikte ‘Ot içmeye‘ devam edecekler,

veya ;

Kitaplardan konuştuğu kadın ile birlikte hareretlerini söndürürler. Oysa çaylar Karantina’da değil, başka bir sahil kasabasında içilmektedir. Mevsim yaz, ortalık ter ve tuz kokmaktadır. Bu duruma oraların diliyle ‘aylardan Temmuz‘ denmektedir. Tuz kokusu erkeği, ter kokusu da kadını çıldırtmaktadır. Bizimkilerin yüksek ısıda pişirdikleri ilişkileri ilerler, her dokunuşu bir kıvranışa, her iniltiyi bir boşalmaya çevirmeye can atmaktadırlar. Ancak sonbahar gelir çatar. Ya birlikte aynı şehre taşınacaklar, veya ayrılmayı tasarlayacaklardır. Çünkü Kadın çayını tek şekerli içmektedir.

“Vurdum duymaz” alanı nedir?

En sevdiğim alandır.

“Dökülür” alanı nedir?

Bütün olan bitenden süzülenin okuyucuya teslim edildiği bir bölümdür. Yazar yaşayacağını yaşamış, yazabileceğini de yazmıştır. Bu bir göçtür, bir aşktır belki de inadına yazılmış bir romandır.}

Yazarı yokmuş gibi okunamayacak bu açık romana, bizden küçük bir armağan olsun:

BAĞLANMAK VE OLMAK

“Buğday tane bağlar,

Süt kaymak,

En yüce bağlamak

Yara kabuk bağlar

Yarayla kabuk arasında

Kanamaktır yaralanmak

Kabuk bağlamak

Bir zamanlar yara olmuş

Olmaktır kabuk bağlamak

Yaralanmak

Bir gün kabuk bağlayacak

Olmaktır yaralanmak

Ateş kül bağlar,

Ateşle kül arasında

Bir sarkaçtır yanmak

Kül olmak

bir zamanlar ateş olmuş

Olmaktır kül olmak

Ateş olmak

Bir gün kül olacak

Olmaktır ateş olmak...”

Ve yazmak

Olmakla zaman arasında

Varolmaktır yazmak...


Akıl metinleri, estetik, ırkçılık ve iktidar üzerine küçük bir kollokyum: I



...

“Doktor Türkk, arzu ederseniz bir pasajla başlayalım. Şuna ne dersiniz? Kim yazmış Sizce?: ‘...Herşeyden önce, romantikler için estetik, bilinmeyenin (hoş)duyular üstündeki etki alanıdır. Aynı zamanda bilinçli kavrayışıyın ötekisidir, akılla kavranabilir olanın dışındaki alandır; ırkçılık ise bilinmeyenden akla aykırı olarak korkmak ve nefret etmektir. Yani hala akıl metinlerinin içindeki bir konudur, çünkü ırkçının korktuğu bilinmeyen, aklın yöntemleri ile öğrenilebilir...sınanabilir...’...

“Bu metnin, Alman romantiklerini değerlendiren yapıbozumcu, ‘dekonstruktivist’ bir doktora tezi olması hayli muhtemeldir Sayın Profesör Almann. Yani eserin, ırkçılığın Alman romantizmi ile bağdaştırılabilirliğini reddettiğini görüyoruz. Ama bence, estetik düşüncenin ve duygulanımın özünü birlikte kavramaktan uzak. Büyük olasılıkla kaynak metin İngilizce ya da Fransızca. Estetiğin, hoşa giden bilinmezlerle ilgili olduğunu ve (modernizmin bir ikili-karşıtlık olarak gördüğü) bilişsel olqrak açıklanabilir ve sınanabilir kavrayışlarla öyle kavranamayanlar arasındaki ayrım çerçevesinde; ussal kavrayışın ötekisi olduğunu söylüyor sanırım. Her koşulda estetiğe, aklın gölge topraklarında yer arayan ya da arandığından sözeden bir yaklaşım. ‘Estetik an’ ile ‘estetik süreç’ arasındaki farka değinerek eleştirisi de yapılabilir tabii bu tümcenin. Eğer ‘beni bağlamazın’ hoşa gitme bağlamında açıklanması gerekirse böyle bir cümle kurulabilir: ‘Zevkler ve renkler tartışılmaz.’ Herşey, her yol mübahtır. ‘Sofistike soslu’ balıkla koka kola içebilirsiniz. Hatta daha da ileriye gidip tuvalet ihtiyacınızı ana caddede giderebilirsiniz. Nasılsa her yol bir kültür, her oluş bir ‘öteki’dir ya! Bizde ötekiyi mutlaka sevmek zorundayızdır. İşte lütfen o ötekiye dokunmayalım, bırakalım tuvalet ihtiyacını ana caddede gidersin... Aklın, makul nedenin, açıklayabilme yetisinin, analitik kavramanın ötekisi olarak görülen estetik duygusundan sözediyor sanırım. Böhme kardeşlerin 1983 de yazdığı bir kitap varmış: ‘Aklın dışındaki’... Ama ben, estetiğe öyle bakmak istemiyorum, henüz öyle bakacak aşamaya gelemedim çünkü... yapısal olarak gelemedim. Ortada bozacağınız derli toplu bir yapı yoksa, ortada sadece gecekondu varsa yapı-çözümcü olamazsınız, kerpiç evin neresini çözeceksiniz? Pre-modern kabilecilikte takılı kalmışsanız, hangi modern devleti yapı-çözeceksiniz?”

“Peki ama ırkçılık açısından bu metinde sizi ilgilendiren ne?”

“Beni bu tartışmalarda, ırkçılığın açıklanmasından çok estetik süreçler içinde dışlananın hangi koşullarda yeniden içeri alınabileceği ve bu ‘reentry permit’[1]i verme yetkisinin kime verileceği ile gerekçelerinin nasıl bulunabileceği ilgilendiriyor. Şiddet, dehşet, çürüme ve yıkıcı şehvetin yaşattığı tiksinme duygusunun, bir anlamda iğrencin sanatsallaştırılmasının estetik olarak nasıl kavranıp açıklanabileceği. Kimi iğrenç olan estetik iken kimi öyle değil ve bunun bir açıklaması olmalı. Yoksa, Paris Hilton’u, kendi Paris Hilton-üstü-sırça-köşklerinden zevkle izleyip dinleyen hiper-pre-post-modern arkadaşlarımı bir türlü anlayamayacağım. İyiliğin, eski komşusu estetiğe gitgide yabancılaştığı bir çağdayız. İyilikle özdeşleştirilen nitelikler başarısızlığa yolaçıyor. Sonuç: Bol paçalı, yamalı pantolonu ile metroya binen ‘idealist çalışanın’ estetikten uzak olduğu düşünülen görüntüsü! Kötülükle özdeşleştirilen nitelikler ise başarıya götürüyor. Sonuç: Kuğu boyunlu siyah limuzinin ‘estetik’ görüntüsü! İçinde kimin oturduğunun önemi yok. Aslında olanların gerçek olup olmaması da ilgilendirmiyor kimseyi artık. Hiperreal olsun yeter. Gerçek sanılsın, herkes gerçekmişçesine yaşasın o yalanı, yetiyor... Yani estetik, iyilikten ve bugün artık neredeyse güzellikten bile uzaklaştığı oranda menfaatçi-işlevselliğe, paha fikrine yakınlaşıyor... Post-modernizm de, ucundan kenarından anlayabildiğim kadarı ile, pek çok önceli eleştiririp sorgularken kendi tuzağını yaratıyor, estetiği; akıl sağlığından ve disiplinden uzaklaştırıyor. Hegemonyadan kaçalım derken böcekler imparatorluğuna doğru pupa yelken açılıyor olabilir. Bu bağlam içinde suyun altında beş ay yaşayıp ölüm tehlikesi ile karşı karşıya gelmek ‘estetik’ oluveriyor. Bunun yanında tatlı olarak ‘Paris Hilton’ servisi yapılıyor. İdrarımı bir leğene doldurup sanat galerisinde sergileyebilirim, salt o galeride sergilenmesi bile sanat kabul edilebilir. Bu, işin kurumsal, biçimsel boyutu... Sanatçının kimliği, toplumsal ortam, sanat endüstrisi vs. tartışmalara girmek istemiyorum..Fakat içkin bir boyut yok mudur? Estetiğin içkin ölçütleri... Ya post-modern araçlarla saldırdığınızı sandığınız iktidara hizmet ediyorsanız? Ya sizin kafa tuttuğunuzu sandığınız tekelci sanat endüstrisi idrarınızı leğende sergilemenize “bayılıyorsa!” Ve en kötüsü, ya siz, “iktidara” bayılıyorsanız? Yanlış anlamayın, şu ya da bu iktidara bayılmaktan bahsetmiyorum, benim aslı sorum şu: Siz, her zaman ve her yerde iktidara bayılıyorsanız, ne olacak, diye soruyorum. Böyle bir tehlike yok mu? Gölge topraklar, kimileri için sakınılacak alanlar değil. Gez dolaş ve dön. Yeniden yüzeye çıkabildikten sonra lağıma düşmekten kim korkar! Yukarı çıkma garantisi varsa kim istemez dibe vurmayı? Cebimde G7 pasaportuyla “üçüncü dünyada” hızlı gazeteci olabilirim. Üçüncü dünyalı olabilir miyim peki? Hayır, olmam. Olamam değil, olmam. Gölge topraklar benim için hayli tehlikeli. Bir grup tıp öğrencisi olabilir ve ölümden sonrasını araştırma niyeti ile solunumumu durdurabilirim. Böyle ‘hareketlerden’ kimileri sağ çıkar, kimileri ölüp gider. Kimse beriki ölmüşken öteki niye yaşıyor acep diye sormaz. Neticede böyle önemli şeylerin yerleşik halk topluluklarına da açıklanabilir olması gerek. Kant’da en çok sevdiğim de odur. Yerleşik halk topluluklarına elle tutulur metinler vermiştir. “Post”ları da bu geleneği sürdürmektedirler. Salt laf-ebeliğine, “herşey-uyar-bana”lara, “her üç satırda bir a harfini kullanmayacağım” diye ortaya dökülen hokkabazlıklara diyeceğim çok, çok da konu dağılsın istemiyorum.

Elle tutulur her metin bir sistem, bir “yapı” olarak saldırıya açık hale gelir tabii. Sistemi, yapıyı darmadağın etmek isteyenler de bunu çözmeye, yapının dokusuna gizlenmiş şiddeti açığa çıkarmaya çalışırlar. Kötü bir şey mi? İyi tabii. Neden kötü olsun? Son derece değerli. Ama yapıya saldırmak, “her şey uyar”a dönerse, bilmiyorum...”

“Metne dönelim isterseniz Doktor Türkk, lütfen, rica ederim...Ve bilhassa, metindeki öteki kavramına...”

“Sayın Profesör Almann, sanırım incelediğimiz metinde kullanılan ‘the other’, öteki anlamında. Dışlanan ve hegemonyanın yarattığı karşıt kavramlardan biri olarak ele alınmış. Böylece estetik de, makul gerekçeler sunan aklın bilinçli olarak kavrayabileceği şeylerin dışındaki gölge topraklar olarak değerlendirilmiş. Fakat, Professor Almann, yine de şiddetin, nefretin ve bir takım rezilliklerin nasıl olup da estetik kültürümüz içinde bir yer edinebildiğine şaşıyorum, o kadar. Nerede o görmeyi olanaksız kılarak gösteren, nerede salt acı ya da hüzün vererek hoşa giden?! Dilin koca koca kavramlarının şiddet oyunlarını gerçekten ifşa eden ciddi küçük hikayeler nerede?! Nüktenin içine gizlenmiş ölüm-korkusu nerede? Meta-kuramlara inancımızı yitirmiş olabiliriz ama ahlakı aramak, gerçekleştirilmesi olanaksız diye vazgeçilmesi gereken bir çaba mı? Anlıyorum, her şeyi soyut bir emirler-ve-yasaklar diktasına oturtmayalım, peki ama küçük hikayelerde gerçek “ötekiyi”, gerçek “farklı” yı nasıl bulalım? Üstelik zamanımız ve mekanımız bu derece sınırlanmış iken? Moda olan “öteki” den bahsetmek yerine moda olmayan “öteki”den bahsetmek, ötekiden bahsedebilmenin asıl yolu değil mi?”

“Şakacısınız Doktor Türkk... Metin, Sorbonne’da doktora yapan Amerikalı bir yazara ait. Alman idealizminin estetik anlayışı açısından ırkçılığı değerlendiren bir kitabından alıntı.”

“Tahmin etmiştim Profesör Almann.”

“Fakat beni affedin...Konumuz sanat felsefesi ile ilgili değil Doktor Türkk... Daha çok Alman romantizminin ırkçılıkla bir ilişkisi var mı yok mu, onu tartışıyoruz, biliyorsunuz. Yani romantik birlik ve bütünlük fikri bağlamında...Hatta idealist felsefenin, ‘evrensel akıl ilkesi’ bağlamında.”

“O açıdan şunu söyleyebilirim Profesör Almann...Metnin, ırkçılığı, hem akıl metinlerinin içinde hem de akla aykırı ve belki de bu nedenle de kontrol altına alınabilir görmesi oldukça iyimser, hatta safdil bir yaklaşım. Yoksa incelediğimiz metin, politika mı yapıyor? Aklın ötekisi ile akla aykırı arasındaki farkı daha net açıklaması gerek...”

“Takip eden bölümlerde onu yapıyor Doktor Türkk...”

“Eh... iyi o zaman. Bilemiyorum efendim. Çoğumuz, Alman anti-semitizmini, aydınlanma felsefesine karşıt olarak görürüz ama Alman idealizminin köşe-taşlarından birinin anti-semitizm olduğunu ve karşısına rasyonel-olmayan, evrensel-akıl karşıtı, oryantal bir ‘Yahudi’ oturttuğunu düşünenler de var. Var mıydı öyle bir ‘yahudi’ o zamanlar. Muhtemelen yoktu, yoktu ama öyle ya da böyle inşa edilebilmiştir o ‘yahudi’. Bana soracak olursanız, Alman romantiklerinin, Alman idealistlerinin ya da artık Alman olan ne varsa onların hepsini bir kefeye koyup tespitlerinizi salt romantizmin-anti-semitizmi üzerinden yapamamalısınız. O zaman siz de eleştirdiğiniz kabilecilik fikrine saplanmış olmaz mısınız? O zaman biri gelir, Nietzsche’yi, Karl Marx’ı, Sigmund Freud’u, Edmund Husser’i, Emil Ludwig Fackenheim’ı, Franz Rosenzweig’ı, Walter Benjamin veya Emmanuel Levinas’ı, hele hele Martin Buber’i, ‘Yahudi’ kefesine koyar ve Alman felsefesini Alman-Alman-felsefesi ile Yahudi-Alman-felsefesi olarak ikiye ayırır. Buber’i en sonunda zikrettim çünkü o, İkinci Dünya Savaşı sonrasını görmüştü... Bununla beraber hepsinden ziyade Theodor Adorno’da fena olmayan bir Alman gördüğümü inkar edemem... Yani ‘Alman’ olan nedir ki? Kimdir ‘Alman’? Eğer Alman felsefesi ile Yahudi-Alman felsefesini birbirinden ayırabileceğinize inanıyorsanız, buyrun ayırın. Ama bu mümkün değildir kanısındayım. Birbirleriyle simbiyotik ilişkileri var.”

“Irkçılıkla mücadelenin yolu, modernitenin alaşağı edilmesi midir?”

“Hocam ben modernitenin alaşağı edilebileceğine inanmıyorum. Sonuçta modernite, bugün ne ise odur. Bugünü alaşağı edemezsiniz. Öte yandan, örneğin Adorno’ya göre, modernitenin eleştirisi, aynı zamanda modernite öncesinin de eleştirisi olmak zorundadır, post modern’e sarılmak, modern-öncesine dönmek anlamına gelememelidir. Aksi durumda modernitenin ölümcül yanlışları, post-modern koşullar altında da gerçekleşecektir. Yani kız çocuklarını sünnet etmek yanlıştır, nokta. Ne kadar post modern olursam olayım, kız çocuklarını sünnet edenleri hoşgörülesi “ötekiler” olarak göremem. Benim için asıl “öteki”, “kız çocuğu”dur çünkü. İktidar, sevilesi “öteki” olamaz, iktidar didiklenesi ötekidir. Şüphesiz, aydınlanmanın da bir ters dialektiği vardır. Karanlıktan mutlak ışığa doğru artan ışık yoğunluğu haddinden fazla olduğunda da kör olabiliriz... Anladık, anladık ama aydınlanmayı tırnak içine alan aydınlanma eleştirileri de aynı yanlışa düşmemeli. Adorno, bu tehlikeyi görmüştür ve bugün yeniden son derece güncel bir felsefeci olmasında bu uzak-görüşlülüğünün payı vardır.”

“Irkçılık modern bir kavram mıdır?”

“Sayın Profesör, bence ırkçılık da, modernite koşulları altında modern-öncesine bir dönüştür. U-dönüşüdür. O nedenle, post-modernin, modernite eleştirisine dahil olan bir konudur. Birbirlerinin can düşmanı gibi görünmelerine karşın, hem Heidegger hem de Adordo modern çağın teşhisini iyi koymuşlar gibime geliyor. Bence incelediğimiz pek çok post-modern metnin içine onlar da ışık tutabilir. Ve Heidegger’in çocuklarına hiç de sempatim yok değil: Hannah, Karl, Hans... Ama Faucault-Derrida, Lyotard diye girmiştik ya Sayın Profesör... Semiyotik, hermönetik filan... şimdi onların İkinci Dünya Savaşı öncesindeki kaynaklarına bakacak olursak...

“Affedin. Sözünüzü kestim Doktor... Az sonra çıkmak zorundayız. Sonuç olarak ne diyorsunuz?”

“Diyorum ki efendim, ırkçılık, hiç de akla aykırı değildir. Irkçılığın modern-öncesi bir kaynağı vardır ve o kaynak yolu ile modernitenin akıl metinlerinin içine pekala alınmıştır. Irkçılık, Zenofobi değildir. Zenofobi, ayağınızın altında değişik bir böcek türü görmüşseniz hemen irkilmeniz gibi bir şeydir. O refleks, akla aykırı olarak ortaya çıkabilir. Mesela, küçük bir hareketli gölgeyi böcek sanırsınız, çığlık çığlığa bağırmaya başlarsınız. Ama entomolog arkadaşınız size o böceğin hiç de zehirli olmadığını, size bir kötülük yapmayacağını ya da işte böcek sandığınız canlının, böcek değil de bir tür kelebek olduğunu vb. bir çok şeyi açıklarsa rahatlarsınız. Genel bir böcek fobiniz yoksa yani...Böceği sevmeye başlamazsınız hemen tabii ama artık ondan eskisi kadar korkmazsınız.

Modern ırkçılık ise akla aykırı reflekslerle ifade edilen pre-modern zenofobiden başka bir şeydir. Modern ırkçılık hakkındaki teoriler hep onsekizinci yüzyılla başlar ve günümüze gelir. Fakat bence bu yaklaşım çok eksik. Modern devletten önce, “benim varoluşum için başkalarının yokolması lazım” diyen pre-modern ırkçılık bugün “benim daha sağlıklı, daha saf ya da diyelim daha yüksek kültürlü, daha korunaklı, daha medeni kalmam için başkaları yokolmalı” demese de “benimle birlikte yaşamamalı, yanımda yöremde olmamalı, benden uzak olmalı” diyor. Yani, modern öncesi argüman modern dönemde dönüşmüş bir biçimde karşımıza çıkıyor ve pek çok makul gerekçesi olduğu için akla uygun sayılabiliyor. Düşünün, güllük-gülistanlık bir evde oturuyorsunuz, “karanlık” birileri yaşam alanınıza doğru yaklaşıyor, o alanı elinizden alma ve orayı cehenneme çevirme tehlikesi yaratacaklarına inanıyorsanız, sınırları kapatırsınız. Bu tepki akla uygundur. Uygundur da doğru mudur? İyi midir? O zaman tartışma konusu olması gereken asıl nokta, ırkçılığın akla aykırı mı yoksa aklın “ötekisi” mi olup olduğu değil, hangi aklın ne zaman “doğru” olup ne zaman “yanlış” olmadığı sorusu değil mi? Irkçılık doğru değildir, “hakça” değildir. Yoksa çoğu zaman, çoğu “şimdiki-zaman” pek makul bir tutum olabilir. İnsanoğlu, akılla-akıldışılık, aklın berikisiyle-aklın ötekisi üzerindeki tartışmaların yanına, aklın iyisiyle aklın kötüsü tartışmalarını da koymuştur. Irkçılık, aklın doğrusu ve yanlışıyla ilgili bir tartışma olmalıdır kanısındayım.

Öte yandan ırkçılıkla savaşacağım diye öteki-sevdanızı abartır, karşınıza çıkan her “öteki”yi kendi benliğinizin ayrılmaz-parçası kılacak kadar yamalı-“hoş”-görülü olmaya çalışırsanız, sonunuzun nereye varacağını tahmin etmek zor değildir. Bir kere post-modern öteki, her “öteki” değildir. İkincisi, post-modern epistemoloji, egemen-akla (ve özellikle gayri-meşru egemen akla), egemen-mantığa, otoriteye ve genel-geçer kabul edilen deneysel bilgiye şüpheyle yaklaşılmasını öngörür, her akla ve her bilgiye değil. Üçüncüsü, post-modernin “ötekiye ait olanı” geri dönüştürüp gene ötekiye pazarlayan post-endüstriyel hegemonyaya yataklık etmesi tehlikesidir. Ne hikmetse “öteki”, “öteki” diye tutturan hiçbir batılı felsefeci, metinlerini batı-dışı kaynaklardan yararlanarak inşa etmemiş, “modern gelenek” adını verdikleri “geleneği” homojen kalıplar içine sokarak, totaliter tuzağa ironik şekilde kendileri düşmüştür.

Subjektivitelere karşı mıyım? Neden olayım? Bir insan hem insan, hem bitki, hem ozon tabakası olabilir, olsaydı ne olacağını tahayyül edebilir. Ama bir insan uzaktan kumandalı bir bomba, kız-sünneti usturası, kaçak-işçinin az sonra yanlışlıkla başına düşecek bir vinç parçası olmak zorunda mıdır? Her şey oldunuz, her şeyi anlayabiliyor ve hoşgörebiliyorsunuz, her ötekiyi seviyorsunuz diye daha iyi bir insan mı oldunuz? Önce ne istediğimize karar verelim. Farklılıklara saygıyı mı savunuyoruz yoksa iyinin yanında ve eş-değerli olarak (hatta iyiden daha gürültülü olarak) kötünün, zalim ahraz her borunun öttüğü kakafoniyi mi? “Gerçekten” çok renkli bir dünyanın mı peşindeyiz? Yoksa herkes, artık “herkes” olduğu için, herkesin –doğallıkla- birbirine benzeyeceği bir dünyanın mı? İnsanı insana kul edenler, kız çocuklarını sünnet edenler, nehirleri kirletenler ve benzerleri, sevilesi “öteki”ler değildirler. Öteki-ötekidirler ve ister kravat taksınlar isterse imam gömleği giysinler onları eleştirmek ırkçılık değildir. Hele hele çoktan iktidar koltuğuna oturmuşlara ve artık “mecburen” daha az hesap verir hale gelmişlere “canım ötekiciğim” okşayışları servisi yapmak, akıl metinlerini olmasa bile, midemizi bulandırır.”

“Neden bu kadar kızgınsınız Doktor Türkk, bu sadece bir kollokyum ve affedin, kime kızdığınıza da akıl erdiremedim.”

“Sevgili Profesör Almann, kusuruma bakmayın, affedin zamanınızı aldım.”

“Ama bana borçlusunuz, gelecek sefer şu kızgınlığınızın nedenini anlatıverirsiniz umarım...”

“Tabii efendim.”

“Çıkalım mı?”

“Çıkalım.”


[1] Yeniden içeri girme izni.

29 Haziran 2009 Pazartesi

Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi -Dünya Edebiyatı I: Temel Liste


Karşılaştırmalı edebiyat bilimleri ile ilgileniyorsanız ya da klasiklere düşkünseniz hem dünya edebiyatının temel eserleriyle hem de dünya edebiyatının parçası sayılan bazı edebiyat-dışı metinlerle tanışmışsınızdır. İşte “Karşılaştırmalı Edebiyat” öğrenimi görmek isteyen veya ilgilenen herkes için Batı Avrupa üniversitelerinde, başlangıç olarak tavsiye edilen temel metin/eser listelerinden biri.

Bu örneği, Alman üniversitelerinden derledim ve gördüm ki bu listelerde Türkçe edebiyata henüz layığı ile yer verilmemiş. Oysa Türkçe edebiyat da, zengin geçmişi ve çok renkli bugünüyle, özellikle karşılaştırmalı edebiyat bilimi açısından son derece kapsamlı ve derin, hem de çok değerli bir cevher. Dilimizi ve edebiyatımızı tüm dünyaya sevdirmek ve işte, dünya üniversitelerinin aşağıda örneğini gösterdiğim türden listelerine girmek biraz da bizim elimizde.

Aşağıdaki eserlerin isim çevirilerini, Türkçede yayınlanmış olanların tanınmış ve/veya alışılmış isimlerini de gözeterek, yaptım (Türkçe isimler parantez içinde bulunuyor). Yanlış varsa affola ve düzeltme uyarısı gönderile.

Bu listeye yeniden göz atmak bile yüreğimi çarptırıyor ve içimde, hemen bu eserleri kitaplığımdan çıkarıp ya da kitapçıdan alıp –okumadıklarımı- okumak, -okuduklarımı- yeniden okumak arzusu uyandırıyor. İşte küçük ve büyük temel-dünya edebiyatı listesi (Liste maddelerinde genellikle yazar ve eserine, bazen sadece yazara, bazen salt eser/metin adlarına, zaman zaman da şiirler, öyküler vb. şeklinde genellemelere yer verilmiştir):

KÜÇÜK LİSTE

1 Homer: Odyssee

2 Sophokles: Kral Ödipus

3 Dante: İlahi Komedya

4 Boccaccio: Decameron (Dekameron)

5 Shakespeare: Hamlet

6 Cervantes: Don Quijote

7 Calderón: Hayat Rüya (veya Hayat Bir Rüyadır)

8 Sterne: Tristram Shandy

9 Goethe: Faust I ve II

10 Poe: Morg Sokağı Cinayeti

11 Flaubert: Madam Bovary

12 Dostoevskij: Suç ve Ceza

13 Proust: Kayıp Zamanın İzinde

14 Kafka: Başkalaşım

15 Joyce: Ulysses

20) Sophokles: Antigone; Oidipus tyrannos (Kral Ödipus)

21) Euripides: Medeia; Iphigeneia he en Taurois

22) Aristophanes: Nephelai (Bulutlar); Lysistrate

23) Platon (Eflatun): Symposion

24) Lukian: Theon dialogoi* (Tanrı Diyalogları)

25) Heliodor: Aithiopika* (Theagenes ve Charikleia)

26) Plautus: Amphitruo

27) Lukrez: De rerum natura* (Şeylerin Doğasından)

28) Properz: Elegiae*

29) Vergil: Bucolica (Çoban Hikayeleri); Aeneis

30) Horaz: Satirae*

31) Ovid: Metamorphoseon libri* (Başkalaşımlar)

32) Martial: Epigrammata*

33) Petronius: Satyricon*

34) Augustinus: Confessiones* (İtiraflar)

35) Jacobus de Voragine: Legenda aurea*

36) Beowulf

37) La chanson de Roland (Roland’ın Şarkısı)

38) Lieder der Trobadors* (Trobador Şarkıları)

39) Chrétien de Troyes: Érec ve Énide

40) Wolfram von Eschenbach: Parzival

41) Gottfried von Straßburg: Tristan ve Isolde

42) Egils Saga

43) Dante: La Divina Commedia (İlahi Komedya)

44) Petrarca: Canzoniere*

45) Boccaccio: Il Decameron (Dekameron)

46) Ariost: Orlando furioso* (Çılgın Orlando)

47) Tasso: La Gierusalemme liberata (Kurtarılmış Kudüs)

48) Lazarillo de Tormes

49) Góngora: Soledades (Yalnızlıklar)

50) Cervantes: Novelas ejemplares (Örnek Hikayeler); Don Quijote

BÜYÜK LİSTE

1) İncil (Luther Metni)

2) Kuran

3) Buddha’nın Konuşmaları

4) Gılgamış Destanı

5) Bhagavad-Gita

6) Pañcatantra (Tr. Kelile ve Dimne): Hint Yaşam Felsefesinin Beş Kitabı

7) Kālidāsa: Śakuntalā veya Yüzük

8) Zhuangzi

9) Liang Schan Moor Haydutları (Dört Temel Klasik Çin Romanından Biri)

10) Cáo Xuěqín: Kırmızı Odanın Rüyası (veya Taşın Hikâyesi) – Dört Temel Klasik Çin Romanından Biri-

11) Genji-Monogatari (Prens Genji’nin Hikâyesi)- 11. Yüzyıl Japonyası’ndan Bir Aşk Hikayesi*

12) Japon No-Oyunları*

13) Nizami Gencevi: Hüsrev ile Şirin

14) Binbir Gece Masalları

15) Doğu Liriği*

16) Homer: İlyada; Odysseia (İlyada; Odise)

17) Sappho: Lyrik

18) Pindar: Epinikia (Zafer Şarkıları)

19) Aischylos: Oresteia

20) Sophokles: Antigone; Oidipus tyrannos (Antigone; Kral Oidipus)

21) Euripides: Medeia; Iphigeneia he en Taurois (Iphigeneia Toroslar’da)

22) Aristophanes: Nephelai (Bulutlar); Lysistrate

23) Platon: Symposion

24) Lukian: Theon dialogoi* (Tanrıların Konuşması)

25) Heliodor: Aithiopika* (Theagenes ve Charikleia)

26) Plautus: Amphitruo

27) Lukrez: De rerum natura* (Şeylerin Doğası)

28) Properz: Elegiae

29) Vergil: Bucolica; Aeneis

30) Horaz: Satirae

31) Ovid: Metamorphoseon libri

32) Martial: Epigrammata

33) Petronius: Satyricon

34) Augustinus: Confessiones*

35) Jacobus de Voragine: Legenda aurea*

36) Beowulf Efsanesi

37) La chanson de Roland (Roland Şarkısı)

38) Trobador Şarkıları*

39) Chrétien de Troyes: Érec et Énide (Érec ve Énide)

40) Wolfram von Eschenbach: Parzival

41) Gottfried von Straßburg: Tristan und Isolde (Tristan ve İsolde)

42) Egils Saga

43) Dante: La Divina Commedia (İlahi Komedya)

44) Petrarca: Canzoniere*

45) Boccaccio: Il Decameron (Dekameron)

46) Ariost: Orlando furioso (Çılgın Orlando)

47) Tasso: La Gierusalemme liberata (Kurtarılmış Kudüs)

48) Lazarillo de Tormes (Lazarillo de Tormes’un Hayatı -İspanyol Anonim Novella’sı*-)

49) Góngora: Soledades (Yalnızlıklar)

50) Cervantes: Novelas ejemplares (Örnek Hikâyeler); Don Quijote

51) Tirso de Molina: El burlador de Sevilla y convidado de piedra (Sevil’li Kadın Avcısı ve Taşlaşan Misafir)

52) Calderón: El principe constante (Taş Prens); La vida es sueño (Hayat Rüya)

53) Villon: La grant testament (Büyük Vasiyet)

54) Rabelais: Gargantua et Pantagruel* (Gargantua ve Pantagruel)

55) Montaigne: Essais*(Denemeler)

56) La Rochefoucauld: Maximes (Maximler)

57) Molière: Le misanthrope (İnsandan Kaçan); Le malade imaginaire (Hastalık Hastası)

58) Racine: Phèdre

59) Voltaire: Candide

60) Diderot: Jacques le Fataliste (Jakob ve Efendisi); Le neveu de Rameau (Rameaus’nun Yeğeni)

61) Rousseau: Les Confessions (İtiraflar)

62) Choderlos de Laclos: Les liaisons dangereuses (Tehlikeli İlişkiler)

63) Shakespeare: A Midsummer-Night’s Dream (Bir Yaz Gecesi Rüyası); Hamlet; Troilus ve Cressida; King Lear (Kral Lear); Macbeth; The Tempest (Fırtına); Sonnet’ler*

64) Metaphysical Poets* (Metafizik Şiirler*)

65) Milton: Paradise lost* (Kayıp Cennet)

66) Defoe: Robinson Crusoe; Moll Flanders

67) Swift: A Modest Proposal (Mütevazı Teklif); Gulliver’s Travels (Gulliver’in Gezileri)

68) Richardson: Clarissa

69) Fielding: Tom Jones

70) Sterne: Tristram Shandy; A Sentimental Journey Through France and Italy (Fransa ve İtalya’da Sentimental Bir Gezi)

71) Grimmelshausen: Der abenteuerliche Simplizissimus Teutsch (Simplicius Simplicissimus)

72) Lessing: Minna von Barnhelm; Nathan der Weise (Bilge Nathan)

73) Goethe: Die Leiden des jungen Werthers (Genç Werther’in Acıları); Wilhelm Meister; Faust; West-östlicher Divan (Batı-Doğu Divanı)

74) Schiller: Wallenstein; Kabale und Liebe (Kabale ve Aşk)

75) Jean Paul: Flegeljahre (Delikanlı Yılları)

76) Hölderlin: Gedichte* (Şiirler*)

77) Kleist: Amphitryon; Der zerbrochene Krug (Kırık Testi); Penthesilea; Erzählungen (Hikayeler)

78) Alman Romantik Şiiri*

79) Brüder Grimm (Grimm Kardeşler): Masallar*

80) E.T.A. Hoffmann: Erzählungen (Hikayeler)

81) Heine: Deutschland (Almanya), ein Wintermärchen (Kış Masalı)

82) Büchner: Dantons Tod (Danton’un Ölümü); Leonce ve Lena; Woyzeck; Lenz

83) Fontane: Effi Briest; Der Stechlin

84) Hauptmann: Die Weber (Dokumacılar)

85) İngiliz Romantik Şiirleri*

86) J. Austen: Pride and Prejudice (Gurur ve Önyargı)

87) Byron: Manfred

88) E. Brontè: Wuthering Heights (UğultuluTepeler)

89) Poe: Öyküler*

90) Melville: Moby Dick

91) Dickens: Great Expectations (Büyük Umutlar)

92) Carroll: Alice’s Adventures in Wonderland (Alice Harikalar Diyarında)

93) Twain: The Adventures of Huckleberry Finn (Huckleberry Finn’in Maceraları)

94) Whitman: Leaves of Grass (Çimen Yaprakları)

95) H. James: The Turn of the Screw (Yürek Burgusu)

96) Leopardi: Canti* (Şarkılar*)

97) Manzoni: I promessi sposi (Nişanlılar)

98) Puškin: Evgenij Onegin (Yevgeni Onegin)

99) Gogol’: Šinel’ (Palto); Nos (Burun)

100) Dostoevskij: Prestuplenie i nakazanie (Suç ve Ceza)

101) Tolstoj: Vojna i mir (Savaş ve Barış); Öyküler*

102) Čechov: Višnëvyj sad (Vişne Bahçesi)

103) Stendhal: Le rouge et le noir (Kırmızı ve Siyah)

104) Balzac: Illusions perdues (Kayıp Hayaller)

105) Flaubert: Madame Bovary; L’éducation sentimentale (Duygusal Eğitim)

106) Zola: Le ventre de Paris (Paris’in Göbeği)

107) Baudelaire: Les fleurs du mal (Kötülük Çiçekleri)

108) Rimbaud: Illuminations (Aydınlanmalar)

109) Mallarmé: Şiirler*

110) Andersen: Eventyr* (Masallar*)

111) Ibsen: Peer Gynt; Vildanden (Yaban Kazı)

112) Strindberg: Ett Drömspel (Düş Oyunu)

113) Hamsun: Sult (Açlık)

114) Th. Mann: Buddenbrooks; Doktor Faustus

115) Rilke: Malte Laurids Brigge; Şiirler*

116) Menschheitsdämmerung* (-Anlatımcı-Lirik Antoloji-)

117) Kafka: Dava; Öyküler*

118) Musil: Niteliksiz Adam*

119) Brecht: Mutter Courage und ihre Kinder (Cesaret Ana ve Çocukları); Şiirler*

120) Valéry: Şiirler*

121) Proust: A la recherche du temps perdu* (Kayıp Zamanın İzinde)

122) Aragon: Le paysan de Paris (Paris Köylüsü)

123) Sartre: La nausée (Bulantı)

124) Beckett: En attendant Godot (Godot’yu Beklerken); Molloy

125) N. Sarraute: Tropismes

126) Joyce: Ulysses; Finnegans Wake* (Finnegan’ın Uyanışı)

127) Eliot: The Waste Land (Çorak Ülke)

128) Woolf: The Waves (Dalgalar)

129) Hemingway: Öyküler*

130) Faulkner: The Sound and the Fury (Ses ve Öfke)

131) Nabokov: Pale Fire (Solgun Ateş); Ada or Ardor (Ada ya da Arzu)

132) Rus Sembolik ve Fütürist Şiiri*

133) Babel’: Konarmija (Kızıl Süvariler)

134) Bulgakov: Master i Margarita (Usta ve Margarita)

135) Pirandello: Sei personaggi in cerca d’autore (Altı Şahıs Yazarını Arıyor)

136) Svevo: La coscienza di Zeno (Zeno’nun Bilinci)

137) Calvino: Se una notte d’inverno un viaggiatore (Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu)

138) Neruda: Residencia en la tierra (Toprakta Oturmak)

139) Borges: Öyküler*

140) García Márquez: Cien años de soledad (Yüzyıllık Yalnızlık)

141) Cortázar: Rayuela (Seksek)

142) Museum der modernen Poesie* (Modern Şiirin Müzesi-Editör: H. M. Enzensberger)

19 Haziran 2009 Cuma

Yargıç Edebi Sanat Tanımazsa veya “Türkten Boşalacak Zehirli Kan” İfadesi Ne Demekti? Ne Demek Oldu? Hrant Dink Kararı Örneği





Yakın zamanda hazırlamaya çalıştığım bir makale var. Hukukta dilin kullanımın önemi ve dil sanatlarının, hukuksal olarak değerlendirilmesiyle ilgili. Makale üzerinde çalışırken, daha önce üstünde düşündüğüm ama şimdi bu çerçevede yeniden karşılaştığım bir örneği paylaşmak ve bazı ön-düşünceler geliştirmek istiyorum.

Özellikle düşünce suçları bağlamında belirli metinlerin yargıç tarafından yorumlanması, metinlerin anlamlarının belirlenip değerlendirilmesi çok önemli, biliyoruz. Peki hukuksal ya da yargıçsal yorum teknikleri, dilin son derece yaratıcı kullanıldığı alanlarda yeterli oluyor mu? Bilindiği gibi suç ve cezaların yasallığı ilkesi (“kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesi), cezalandırılan davranışın, kanunda öngörülen suç tipinin unsurlarına uygun olup olmadığının subsumsiyonu (altlaması) yoluyla gerçekleştirilir. Kanun suçu tanımlarken genellikle bir kimsenin yaptığı bir davranışı tanımlar ve eylemin hangi manevi durum altında yapılmış olması gerektiğini öngörür. Örneğin hakaret suçunu öngören kanun hükmü “Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden ya da yakıştırmalarda bulunmak veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi... cezalandırılır” der. Yargıç da hakaret suçunu işlediği iddiasıyla yargılanan bir kimsenin sarfettiği ifadelerin kanunda tanımlanan türden ifadeler olup olmadığını belirlemek için o ifadeleri yorumlamak, onlara anlam atfetmek, bundan daha da önemlisi (pek çok düşünce suçu aynı zamanda kasten işlenmesi gereken suçlar olduğu için) failin bu ifadeleri kasten sarfedip sarfetmediğini belirlemek zorundadır. Bu kolay bir iş midir? Hayır. Çünkü dış dünyada fiziksel değişiklik yapan “davranışlar” ile “dilsel-iletişimsel eylemler“ arasında çok önemli bir fark vardır. Tiyatro ya da sinema izlemiyorsak gözümüzün önünde işlenen bir yaralama eylemini, “yaralama” olarak algılamak görece kolaydır da kulağımızın dibinde konuşanın tam olarak “ne demek istediğini”, hatta demek istediği ya da istemediği ile bizim duyduklarımızın aynı olup olmadığını bilmemiz kolay değildir. Bunun ötesinde, örneğin yaralama gibi bir eylem fiziksel zarar “ortaya koyarken”, örneğin hakaret gibi bir eylem “nisbi” -algılayanın anlamlandırmasın göre değişen- bir zarar ortaya koyar. Şüphesiz fiziksel-yaralama gibi bir eylemin “anlamı” da, fiziksel-yaralananın algısına bağlıdır bir anlamda ama hiç olmazsa dilsel-iletişimsel “yaralamalardan” daha az bağlıdır.

İçerdikleri ifadelerin, yalnız tanısal değil aynı zamanda duygusal-heyecansal işlevleriyle de sarfedildiği metinlerin, geleneksel hukuksal yorum teknikleriyle değerlendirilmesi de kolay değil. Öte yandan sayısız edebi sanat var. Aklımıza gelen bazılarını sayalım: Mecaz (Değişmece), Teşbih (Benzetme), İstiare (Eğretileme), Kinaye (Değinmece), Teşhis (Kişileştirme), İntak (Konuşturma), Tariz (İğneleme), Tezat (Karşıtlık), Tevriye (İki anlamlılık), Mübalağa (Abartma), Hüsn-i talil (Güzel neden bulma), İstifham (Soru sorma), Terdit (Şaşırtma), Telmih (Anımsatma), Irsâl-i mesel (Atasözü söyleme), Kat (Kesme) vs. vs. Bu sanatların kullanıldığı siyasal, edebi vb. metinlerin içeriklerinin çözümlenmesi, bunları kaleme alanların niyetlerinin belirlenmesi sanıldığından çok daha zor ve yargıçların bu gibi metinleri değerlendirebilecek donanıma sahip olmaları hem sanıklar açısından yaşamsal bir öneme sahip hem de suç ve cezanın yasallığı ilkesine saygının sağlanması bakımından zorunlu.

Bu konudaki araştırmalarımı sürdürürken rastladığım bir Yargıtay kararı bu sorunu çok çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. Konumuz gene düşünce suçu ve gene dilsel-iletişimsel bir metnin anlamıyla, metnin sahibinin niyeti.

Hrant Dink’in yakın geçmişte çok tartışılan sözleriyle ilgili bir karar bu. Ne olmuş? Şu olmuş: Yargıtay (karardan alıntı yapıyorum), tartışmanın “sanığın, A Gazetesi'nin 13.02.2004 tarihli nüshasında yayımlanan makalesindeki ‘Türkten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur’ cümlesiyle, "Türklüğü alenen tahkir ve tezyif suçunu" düzenleyen 765 sayılı TCY'nın 159 uncu maddesini ihlal edip etmediği noktasında” toplandığını saptadıktan sonra “sanık, Mustafa Kemal Atatürk'ün ‘muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur’ sözünden de çıkarım yaparak ve bu sözü ustaca bir üslupla değiştirerek ‘Türk'ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur’ demek suretiyle Türklüğü aşağılamıştır” sonucuna varmış. Bu yorum, Hrant Dink’in sözleri hakkında karar veren çoğunluğun yorumu.

Ama karardan anlaşılıyor ki çoğunluk görüşüne katılmayan üyeler de var. Kurulun başkanı ve bir kurul üyesi "Türk'ten boşalacak ‘O’ ‘zehirli kan’ tanımlamasıyla kastedilenin, altıncı yazının sonuncu paragrafında; ‘sonuçta görülüyor ki işte Türk, Ermeni kimliğinin hem zehiri hem panzehiridir. Asıl önemli sorun ise Ermeninin, kimliğindeki bu Türkten kurtulup kurtulamayacağıdır’ ifadeleriyle açıklandığı ve ‘zehirli kan’ benzetmesiyle; Türklük ya da Türklerin değil 1915 olayları nedeniyle Ermeni toplumunda oluşan ve artık kurtulmak gereken hatalı anlayışın kastedildiği görülmektedir. Yerel mahkeme ise bu bağı kurma gereğini duymamıştır” yorumu ile Yargıtay’ın kararına katılmamışlar.

Bu karar, düşünce özgürlüğünü sınırlayan normların uygulanması çerçevesinde yargıcın yorum etkinliğinin ne derece önemli ve çelişkilere açık olduğunu göstermektedir. Şüphe halinde özgürlüğü korumak temel ilke iken Yargıtay’ın çoğunluk görüşü, Hrant Dink’in ifadelerini ve özellikle “Türkten boşalan zehirli kan” ifadesini, kulağa geldiği biçimi içinde ve özellikle metaforik anlamına bakmadan Türklüğü aşağılama olarak değerlendirirken; karşı oy yazan üyeler, yazı dizilerinin bütününe ve özellikle yazarın anlatmak istediği düşüncenin özüne, ana fikrine eğilmişler ve Hrant Dink’in, Ermeni halkının kimliğini, artık Türk kimliğine referans vermeden tanımlaması gerektiğini kastettiğini savunmuşlardır.

Yargıtay kararı incelendiğinde, karar çoğunluğu düşüncesi ile çelişen karar azınlığı düşüncesi arasında “dağlar kadar” yorum farkı olduğu söylenebilir. Bu örnek, düşünceyi sınırlayan yasaların, özellikle ceza yaptırımı içeren yasaların dar yorumlanmamasından doğacak sorunları gözönüne seriyor. Dar yorum ilkesinin, suç ve cezaların kanuniliği ilkesinin alt unsuru olan yasaların belirliliği unsurunun bir alt açılımı olduğu da ifade edilebilir. Yani düşünce açıklamaları çifte anlamlı, metaforik özellikler gösteren ya da belirsiz açıklamalar ise bu konudaki şüphe, düşünce özgürlüğünün lehine olmalıdır. Dar yorum, düşüncenin özellikle en akrobatik, en dolaşık, en “çok-sanatlı” ifade edildiği siyaset ve sanat gibi insani ve toplumsal etkinlikler açısından gerekli bir yorum tekniğidir. Ancak bu alanda yalnızca düşünce özgürlüğüne gereken saygıyı göstermek adına değil, aynı zamanda suç ve cezaların yasallığı ilkesini saymak adına da salt dar yorum değil pek çok başka yorum tekniğinin uygulanması gereklidir.

Belki de yargıç çok-sanatlı metinler karşısında bocalamamak için geleneksel mesleki kuram ve uygulamalar konusunda donanımlı olmasının yanında “dilbilim”, “edebiyat”, “felsefe”, “sosyoloji” ve benzeri alanlarda da duyarlılılık sahibi olmalı. Edebiyat, tiyatro, film vb. sanatlara ilgisi olmayan bir yargıcın, edebi sanatların kullanıldığı siyasal ve kültürel metinleri yorumlaması kolay olmayacak, o yargıç elindeki metinleri “düz okuyacak” ve işte suç ve cezaların yasallığı ilkesini de dümdüz edecektir.

Aynı ölçüde yüksek, aynı ölçüde deneyimli yargıçların bu derece büyük bir yorum farkı ile karara varmaları; özellikle metinlerarası, sistematik, metaforik yorum gerektiren açıklama ve yayınların meşru olarak cezalandırılmasının hiç de kolay olmadığını, bu alanda kimin ne demek istediğinin kolay anlaşılamadığını, bu gibi suçların sadece soyut tehlike suçları olarak düzenlenmesinin çok yanlış olduğunu göstermektedir.

1 Haziran 2009 Pazartesi

“Türkiye’de İfade Özgürlüğü” (Kitap)
3 editörün çabaları ve 32 yazarın katılımıyla oluşan 635 sayfalık “Türkiye’de İfade Özgürlüğü” kitabı 2009 Mayısının son günlerinde BGST Yayınları tarafından piyasaya sunuldu. Geniş kapsamlı bu edisyon çalışmasını Haksöz-Haber için Ali Gözcü değerlendirdi.
30.05.2009 14:36

BGST (Boğaziçi Gösteri Sanat Topluluğu), Türkiye'de değişik alanlar ve kimliklerle yaşanan ifade özgürlüğü sorunlarıyla ilgili geniş kapsamlı bir edisyon çalışması yaptı. 2009 Mayıs ayı itibariyle BGST Yayınları'ndan çıkan ve çok sayıda yazarın konuyla ilgili makalesinin yayınlandığı kitapta Haksöz Dergisi yazarı Hamza Türkmen'in de "Müslümanların Adalet Arayışı ve Muhalif Kimlik" başlıklı bir yazısı var. Kitabı Haksöz-Haber okuyucuları için arkadaşımız Ali Gözcü değerlendirdi.

"Türkiye'de İfade Özgürlüğü"

“Türkiye’de İfade Özgürlüğü” (Kitap)

Kitabın sunuş yazısında, Türkiye'de ifade özgürlüğü hakkını kullandığı için hapis cezalarına çarptırılan, ülke dışında sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan insanlar yanında, bu nedenle canından olanlardan da bahsediliyor. Kitap Türkiye tarihinde her kesimden, geçmişten bugüne ifade özgürlüğü konusunda mağdur olmuş, zulüm ve haksızlıkla karşılaşmış kişileri ve olayları araştırmayı, gün yüzüne çıkartmayı amaçlıyor.

Bu araştırmayı yapmaya iten saiklerden birisi, özellikle 2006-2007 yılları arasında resmi tarihi sorgulamaya yönelen yayıncı, yazar, gazeteci, akademisyen hatta çevirmen olan kişilerin 301. maddeden yargılanma hukuksuzluğu. Bir diğeri de bu konuda kafa yoran kişilere, bir suikast sonucu öldürülen Hrant Dink'e yapıldığı gibi tehditler savrulması. Bu kitap projesinin şekillenmesinde bahsettiğimiz konjonktürün etkisi fazla. Kitabın editörlüğünü yapan Taner Koçak, Taylan Doğan ve Zeynep Kutluata bu dönemde gerçekleştirdikleri bu çalışma ile "resmi ideolojin sorgulanmasını 'Türklüğe hakaret' veya düpedüz 'vatan hainliği' olarak gösteren resmi ve gayr-i resmi propaganda karşısında" bilgi ve hukuk açısından ön açıcı bir açılım gerçekleştirme kaygısında olduklarını vurguluyorlar.

Editörler, kitapta gene "Ne yani, 301. maddeyi kaldıralım da Türk milletine hakaret etmek serbest mi olsun?" türü demagojik yaklaşımlarla baş edebilmek için Türkiye'nin de altında imzası bulunan BM belgelerinden ve AİHM gibi ayrıca ABD Yüksek Mahkemesi gibi ifade özgürlüğü ile ilgili içtihatlardan yararlanma boyutunu gündeme getiriyorlar. Ayrıca 301. maddenin kaldırılmasının AB müktesebatıyla da ilgisinin olduğu hatırlatılıyor. Kitabın oluşturulmasında editörlere Prof. Dr. Baskın Oran ve Yrd. Doç. Dr. Öykü Didem Aydın öneri ve görüşleriyle danışmanlık yapmışlar.

BGST, Boğaziçi Üniversitesi mezunlarının etkin olduğu bir kuruluş. Düşünce, sanat, yayın alanlarında değişik atölye çalışmaları yapıyor. Kardeş Türküler müzik topluluğu da bu gruba bağlı.

Kitabın ikinci bölümü Türkiye'de "Farklı Kimlikler ve Alanlar Bağlamında İfade Özgürlüğü Sorunları" başlığı ile ele alınmış. Farklı kimlikler Gayrimüslimler, Kürtler, Aleviler, Sosyalistler, kadınlar, vicdani retçiler vd. başlıklarla sunulmuş. Ama Müslümanlarla ilgili başlık garip bir tanımlamayla "Sünni Müslümanlar" olarak değerlendirilmiş. Oysa kitapta Müslümanlarla ilgili müstakil yazı "İnanç Özgürlüğü Bağlamında İfade Özgürlüğü Sorunları" başlığı altında sadece Hamza Türkmen'e ait: "Müslümanların Adalet Arayışı ve Muhalif Kimlik". Bu bölümde görüşlerine yer verilen kişiler ise Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Erdoğan Aydın. Türkmen'in yazısında Osmanlı bakiyesi Müslüman kimliğe yöneltilen baskı, zulüm, işkence ve katliamlar dile getirildikten sonra, Kur'an'daki İslam'a yönelenlerin hayat hikayesine yer verilmiş. Bu makaleden editörler bir "Sünni Müslümanlık" nasıl çıkarabilmiş anlamak mümkün değil.

32 yazarın çoğunluğu sosyalist, liberal ve demokrat-ulusal kimlikli. Müslüman camiadan Türkmen dışında katılım sağlayan sadece iki kişi. Birisi "İfade Hürriyeti Bağlamında Kadınların Kıyafet Sorunu" başlıklı yazısıyla Fatma Benli. Diğeri kendisiyle "İnsan Hakları Savunucularının İfade Özgürlüğü" konusunda söyleşi yapılan Mazlum-Der eski başkanı Ayhan Bilgen.

Fatma Benli'nin yazısının muhtevası Türkiye'deki başörtüsü yasağı ile ilgili olmasına rağmen yazı başlığında başörtüsü ifadesinin bulunmaması ve konunun sadece "kıyafet nedeniyle kadınlara ayrımcılık yapılmaması" çerçevesinde ele alınması konunun anlaşılmasını oldukça sınırlandırmış. Yazı hukukçu nesnelliği ile ele alınan bir rapor gibi olmuş. Daha önce bu tarz kapsamlı bir rapor AİHM'i bigilendirmek için Gülden Sönmez, Macide Göç, Muharrem Balcı tarafından 2002 yılında "Legal Report On The Ban On Headscarf Applied In Hidher" (Yüksek Eğitim Kurumlarında Uygulanan Başörtüsü Yasağı Hakkında Hukuki Rapor) başlığı ile kaleme alınmıştı; ama bu yasak İslami kimliğe yönelik baskı boyutu ile işlenmişti.

Ayhan Bilgen ise kitaptaki biyografisini, eski Mazlum-Der başkanı olduğunu belirtmekle beraber Kürt ulusalcılarının çıkarttığı "Günlük" gazetesinin kuruluş çalışmalarında yer aldığını belirterek özetlemiş. İnsan hakları savunucularının ifade özgürlüğü ile ilgili üzerinde durduğu ve işlediği üç örnek de Müslümanların sorunlarıyla ilgili değil. Ermeni-Taşnak Partisi milletvekilinin kitap tanıtımı ile ilgili, Şemdinli davasıyla ilgili Kayseri'de verdiği bir konferansla ilgili ve Ş. Urfa'da İHD ile birlikte yaptıkları Barış Koşusu ile ilgili üç örnek vermiş ve değerlendirmiş. Müslümanların başından 28 Şubat gibi koskoca bir buldozer geçmiş olmasına, eğitim kurumlarının, vakıf, dernek ve dergilerinin kapatılıp yasaklanmasına, 100 bine yakın başörtülü öğrencinin yüksek öğrenim hakkının ellerinden alınmasına rağmen Bilgen'in bu konularla gündem olmak isteyen bir hali yok gibi. Diğer konuştuğu konular ise Aleviler, Kürtler, Süryaniler…

Kitabın ilk makalesi İ.Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Oktay Uygun'a ait: "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türk Hukukunda İfade Özgürlüğünün Sınırlanması". Aslında bu yazı, kitabın içinde yer alan konu başlıklarını tasnif ederek hukuki zeminde ele alan bir başlangıcı ifade ediyor; insan hakları açısından ifade özgürlüğünün, felsefi değeri ve siyasal fonksiyonu bakımından da üzerinde duruyor. Türkiye'deki düşünce özgürlüğü konusunda en ağır maddeler TCK'nın 141-142. ve 163. maddeleriydi. Bu maddeler 1991 yılında kaldırıldı. Uygun, 141. madde ile ilgili düzenleme konusundaki rahatlığı 1991 yılında SSCB'nin yıkılmış olduğuna bağlıyor. 163. maddenin kaldırılmasından sonra ise bu kez "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" kapsamında TCK'nın 312. maddesinin devreye sokulduğunu belirtiyor. Ancak Uygun, örneklerle 2002-2003 AB uyum yasaları doğrultusundaki iç hukuki düzenlemelerin ifade özgürlüğü konusundaki engelleri gideremediğini, sadece kaba setler yerine; bu sefer de Batılı hukuk normları ve yorumlarıyla paralelleştirilmeye çalışılan yumuşak hukuki engeller ve demagojik anoloji içeren yorumlarlarla karşılaşıldığını göstermektedir.

Uygun, 163. madde yerine ikame edilen 312. maddeyle ilgili örnekler verir. "Yeni Asya International" adlı dergide 2000 yılındaki yazısından dolayı Mustafa Döküler'in İstanbul 4 No'lu DGM'den aldığı beraat kararını Yargıtay 8. Ceza Dairesi'nin niçin bozduğu işlenir. Döküler, yazısında "Bu vatanın sahipleri; din ve vicdan özgürlüklerine kelepçe vurulmuş, yalçın yaylalardan şehirlerin varoşlarına sürülmüş,… dindarlığından dolayı işinden olma psikolojisiyle aile huzurunu yitirmiş,… 'askerlik ocağı mukaddestir' ideali ile canını dişine takarak subay olduktan sonra Müslümanlığından dolayı hain muamelesine tutulmuş ve fikir özgürlüğü istedikleri için kalemleriyle birlikte demir parmaklıkların arasına kilitlenmiş milyonlardır. Bugün şeair-i İslamiyeye karşı mücadele edenlerle Haccac'ın, Yezid'in, Cengiz'in, Hülagu'nun, Mussolini'nin, Lenin'in ve Stalin'in farkı ne?..." Yargıtay, dava konusu yazının, "ülkenin laik düzen yanlılarının Haccac, Yezid, Cengiz, Hülagu, Mussolini ve Stalin'den farklı olmadıklarını belirterek halkı din anlayışı farklılığı gözetmek suretiyle kin ve düşmanlığa tahrik ettiği"ni belirtmiştir.

Bu yaklaşım İstanbul DGM'nin 1999 yılında Özgür-Der'in başörtüsü mücadelesiyle ilgili "Şahitlik" albümünü, önsözünde başörtüsü mücadelesi veren insanlara "onurlu" dediği için toplatması ve yayıncılarına ağır para cezası vermesine benzemektedir. Gerekçeye göre başörtüsü ile direnenlere albümün önsözünde "onurlu" denirken, başörtüsüz olanlara "onursuz" denmek istendiğine, bunun da 312. maddeye göre bölücülük olduğuna hüküm verilmiştir.

Bu konuda Uygun'un ikinci örneği, R. Tayyip Erdoğan'ın 1997'de Siirt'teki konuşmasında Ziya Gökalp'ın şiirinden "Minareler Süngü, kubbeler miğfer…" dizelerini okuduğu için Diyarbakır DGM tarafından hapisle cezalandırılmasıdır.

312. maddenin Batılı mahkeme içtihatlarıyla yorumlanıp yumuşak izahlardan sonra Milli Gazete yazarı Selahattin Aydar'ın yargılanması da ilginç bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. "Çocuklarımıza Sahip Çıkalım" başlıklı yazısında Aydar şunları yazmıştır: "Dinsizliğin revaçta olduğu yıllarda dindarlara manevi işkenceler yapılıyor, çocuk ve gençlerin Kur'an okumaları engelleniyor, Allah diyenlere hakaret ediliyordu … Aynı zihniyet Türkiye'de sekiz yıllık eğitimi yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir millete dayattı ve bunu da başardı…" Yargıtay Ceza Genel Kurulu (YCGK), bu yazıyı "Zorunlu eğitimi üç yıl daha artırılmasının okumayı emreden Tanrı buyruğuyla neden zıtlaşır görüldüğü" ve bu yaklaşımın "Dinin Kutsal Kitabı'nda; 'Oku, Rabbinin adıyla oku' ayetiyle zıtlaşan bir düşünce" olduğu gerekçeleriyle suçlu bulmuştur.

M. Şevket Eygi'nin 312. maddeden yargılanan ve suçlu bulunan 15.11.2000 tarihli "Din Düşmanlığı Terörü" başlıklı yazısını da değerlendiren Oktay Uygun, YCGY Kurul Başkanı mahkumiyet kararının 312. Maddesinini ihlal etmediğini belirtmesine rağmen karar aleyhte çıkmış, o da karara katılmadığını belirtmek için karşı görüş yazmıştır. Kurul, Eygi kararında, görüşlerini 8 farklı AİHM kararı ile desteklemiş İsviçre, Alman, ABD, Fransa mahkeme kararlarına atıf yaparak karar yorumunu güçlendirmeye çalışmıştır.

TCK'nın Türkiye Cumhuriyeti'nin kurum ve kuruluşlarını "tahkir ve tezyif" etmeyi içeren TCK'nın eski 159. maddesi yerine, "tahkir ve tezyif" yerine "aşağılama" ifadesi ile TCK 301. madde getirildi. 1 Mayıs 1977'de Taksim'de meydana gelen ve kırka yakın kişinin ölümüyle sonuçlanan provakatif eylemin sorumluları olarak CIA-MİT ile onları kullanan bazı iç ve dış güçleri gösteren veya 12 Eylül 1980 askeri müdahalesini eleştiren yazıların ve yazarların eski 159. maddeden nasıl yargılandığını gösteren Uygun, 159'un yerine geçen yeni 301. Maddenin keyfi yorumlamalara mahal verecek bir çok zaaflar taşıdığını belirtmektedir. Bu anlamda Türklük ve Türkçülük eleştirileri ile Türk Milleti eleştirilerinin birbirine nasıl karıştırıldığını örneklemektedir. 301. maddeden de bir basın açıklamasında askeri vesayete yönelik yaptığı açıklama ve eleştiriden dolayı da Haksöz Dergisi yazarlarından Bahadır Kurbanoğlu yargılanmıştı.

TCK 305. madde yeni bir hükümdür, henüz yeni bir içtihada konu olmamıştır ama Türk hukukuna göre ifade özgürlüğünü sınırlayın en ölçüsüz düzenleme olarak görülmektedir. Bu madde son derece belirsiz bir kavram üzerine bina edilmiştir: "Temel milli yarar". Bu tamamen keyfi yoruma açık bir durumdur; örneğin Türk Ordusu'nun Kıbrıs'tan çekilmesini istemek bu maddeye aykırı bulunup görüş sahibini mahkum ettirebilir. Bu madde Hükümet ve Parlamentonun hareket serbestisini de kısıtlayabilir. Sonuçları vahim bir hal doğuracak bu maddeye göre yargılama ise, Adalet Bakanlığı'nın iznine tabidir. Uygun, bu halin tamamen keyfi ve karşıtını sindirmeye matuf bir özellik ve risk taşıdığını belirtmektedir. Hatta bu maddenin temel kavramının "temel milli yararlar" olarak değil "temel milli tabular" olarak okunması gerektiğiyle ilgili bir ironi de yapmaktadır.

Oktay Uygun son olarak şiddete başvurmadan ayrılıkçılık düşüncesi, fedaralizmi savunanlarla ilgili hukuki durum hakkında açıklamalar yapıyor. Ve TCK 318'in "halkı askerlikten soğutma" yasasına rağmen "vicdani retcilik"in hak olarak tanınabilmesi için anayasa değişikliği yapmadan kanuni bir düzenleme yapılabileceğiyle ilgili izahlarda bulunuyor.

Kitap editörleri, kitap için yaptıkları röportajlarda sordukları sorulardan anlaşılacağı üzere Türkiye'de ifade özgürlüğü meselesine çok kültürlülük özlemi içinde bakıyorlar. Ama bir modernleşme projesi olan Türk ulusçuluğunun, Osmanlı mirasını ifade eden içinde yaşattığımız topluma yaşattıkları zulümlerle ilgili açılımlar yeterli değil. Haklı olarak Türkçülük formunun ateşlediği 1915 Ermeni tehciri veya katliamı sonucu ateşi bugüne kadar yakıcılığını koruyan Ermeni meselesi, Kürtçenin yasaklanmasıyla palazlanan Kürt sorunu ve ulusçuluğu yazı ve röportajlarla işlenmiş. Alevilik ise daha ziyade Türkmenlerin Şamanlıktan batini tasavvuf İslam'ına geçiş sürecini ifade eden bir alt kültür/ekol olarak değerlendirilmesinden öte, Batılı paradigmanın bir nevi ayrıştırıcı pagan yaklaşımıyla ele alınmış. Bu çeşitlilik arasında, yani Ermeni, Kürt, Alevi kimlik sorunlarından sonra Müslüman kimlik de dördüncü parça olarak ele alınmış. Anlaşılan batıcı sınıfsal sol paradigmadan, demokrat – liberal çok kültürlü bir toplum özlemine bakma heyecanı içinde geçmişten kalan önemli bir zaaf saklanmış: İslam'a yabancılaşma ve Batılı düşünce alışkanlıkları ile İslam coğrafyasında toplumsal mühendislikten vazgeçememek. Oysa feodal, geri bir sosyal yapı olarak görülen kendini İslam'a nispet eden kitleleri/ümmeti, Kur'an dilini ve evrensel İslami değerleri yasaklayarak onları ufuksuz, mektepsiz ve çaresiz bırakan sömürgecilerin işbirlikçisi elitlerin ve batıcı kadroların konumunu değerlendirmeden, Müslümanların zaaflarını ortalığa dökerek mağduriyetlerine acımak, bir hak iadesi değildir.

Ferhat Kentel kendisiyle "Seküler Türk Milliyetçiliğinin Karşısında Ötekileştirilen Kimlikler" başlığı ile yapılan röportajda, söz konusu çok kültürlülük olayına hem bir eleştiri getirmiş, hem bir açılımda bulunmuş. O, çok kültürlülüğü "Kabaca 70'lerden, 80'lerden sonra, solun, sosyal sınıfsal mücadelenin bittiği bir zaman diliminde yeni bir siyaset yapma yolu olarak" ortaya çıktığını ifade etmektedir. Bunun her çeşitlilik ve zenginliğin aslında "ben başka bir şeyim" diyen ve iç içe geçişleri engelleyen ve birlikteliğini içselleştiremeyen bir dil olduğunu vurgulamaktadır. Kentel, çok kültürlülük yerine "kültürlerarası" (intercultural) bir ilişkiye karşılık gelen bir anlayışı savunmaktan yana olduğunu belirtmektedir ki bu insani ve ideal değerlerin paylaşımı için gerçekten önemli bir açılımdır. Ve bu açılımın değer temelinde sinagoglu, kiliseli, camili Kudüs'te ve Konstantinopolis veya İstanbul'da tarihi örneklenimini ve bu güzelliği oluşturan ve teşvik eden öğrenilebilen vahyi değerleri biliyoruz. Çünkü İslami değerleri kendi nefsini ve örfi hukukunu dayatmadan kavrayan ve yaşamlaştırmaya çalışanlar bilir ki İslam din veya dünya görüşü dayatmaz; zira evrenin yaratıcısı olandan iletildiğine inanılan ve korunmuş olan ilahi kitaba göre "Din'de zorlama yoktur." Ama yine o kitaba göre "en güzel şekilde söylemek" ve tartışılındığında da "en güzel şekilde ayrılmak" (hicran cemila) temel bir ahlaktır. Müslüman kimliğin en büyük sorunu, Kitap'larındaki evrensel mesajlarını anlamaktan uzaklaşmaları ve vahyin inşa ettiği medeni ahlaklarını zayıflatmalarıdır.

Ferhat Kentel'in Türkiye'de yaşanan kimlik sorunlarını, kendini birincil olarak kuran Batı modern toplumuna benzeyen ikincil bir toplum, yeni insan ve ulus yaratmada halkı ehlileştirme dayatmasından kaynaklandığını göstermesi gerçekten çok tutarlı ve nesnel tespitler. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığı'nın gayet sekülerleştirilmiş, modernist ve memurlaştırılmış bir din yaratılmasına karşı "Hayır, benim Müslümanlığım bu değil" diyen direniş ve onur bilincine işaret etmesi de, T.C. formunun oluşturduğu bir akademisyen tipini çok çok aşan ileri tefekkür ürünü bir tespit.

Kitaba alınan bizce en aykırı yazı ise, Yeşim Başar'ın eşcinselleri ifade eden LGBT kimliğini, insan hakları bağlamında okuyucuya kabul ettirmeyi amaçlayan yazısıdır. Yazıda, toplumun çoğunluğunun LGBT kimliğinden nefret ettiği belirtiliyor ve bu tür kimlikli kişilerin görünürlülüğünün genel ahlak ve "Türk aile yapısı" adına tepkiyle karşılandığı belirtiliyor. Anlaşıldığına göre Başar da bu aykırı kimliklileri taşıyanlardan birisi. Bizim konuyu aykırı görmemiz, ulusal yapının örfü içinde gösterilen bir nefretten değil, bu hali tabii değil, yardım edilmesi gereken fıtri bir rahatsızlık konusu olarak gördüğümüzdendir. Rahatsızlığımız, bir biyolojik rahatsızlığı ve doğal olandan bir sapma konusunu, normal ve tabii görme lakaytlığınadır. Bu a gen mühendisliği kapsamında bir kaplanı tavşanlaştırmanın, bir güvercini kartallaştırmanın mümkün olduğu üzerinde durulduğu unutulmamalıdır; bir insanı da hayvanlaştırmanın.

İnsan konusunda da, insan hakları konusunda da temel problem şudur: İnsanın doğasına uygun olanı da, insanın doğasına uygun olan hayatı anlamlandırmanın temel ölçülerini de tayin etmek , denetleyemeyeceğimiz kozmik alemde sınırlı insan aklı ve bilgisi ile mi çözülecektir; yoksa hem insanı hem mikro ve makro alemi var eden yaratıcının ölçüleri ile mi? Bu soruyu tartışmaya başladığımızda ise zaten Rabbimizden gelen korunmuş Kur'an vahyi ile karşılaşıyoruz. Ve onu okuduğumuzda görüyoruz ki, "Allah insanı yarattı ve başı boş bırakmadı", bize aydınlığı veya hayat yolunu göstermek için bizden seçtiği elçileri aracılığı ile vahyini yolladı. Son vahiy de Kur'an'dır. Kur'an'ı akleden ve onun Allah'tan olduğuna iman edenler, fıtri olanın evrensel ölçüsünü edinirler. Vahiyle gereğince muhatap olamayanlar veya akledip iman etmeyenler ise kendi kayıtsızlıkları (emansipation) içinde davranırlar.

İnsanın insanın kurdu olduğu zulüm ve aykırılıklar, her bireyin kendi yaptığını mutlak doğru görmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa hem doğal hukuk (fıtrata ve eşyanın tabiatına uygun olanı yakalama çabası) hem Kur'an vahyi açısından baktığımızda insan şerefli bir yaratıktır, zorunlu şartlar dışında "bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir", dolayısıyla normal şartlarda iradi olarak bir insanın intiharı en başta insanlığa ve sonrada kendisine karşı en şiddetli zulümdür ve engellenmelidir. İntihar kişinin doğasına aykırıdır. İnsanoğlu, evrensel vahye göre de, doğa bilimlerine göre de erkek ve dişi olarak vardır ve bu şekilde çoğalmaktadır ve karşılıklı tatmin bulur. Normal olan durum ve örf budur. Bu durumun dışında erkeği dişi, dişiyi erkek kılmaya çalışmak veya cinsleri cinssizleştirmeye temayül, güvercini kartal yapmaya çalışmak gibi insan doğasına bir müdahaledir veya bu tarz eğilimler doğal bir hastalık halidir. Hastalık hali söz konusu ise tıbbi, psikolojik yardım gereklidir, özenti ise bu değer yitimine uğrayan batılı paradigmanın fıtrata ve vahye başkaldırısından ibarettir. Atom bombasının üretilmesini kendi için meşru gören ifsad, bu konuda da emansipatif (kayıtsız özgürlük) bir şekilde kendini göstermektedir.

"Türkiye'de İfade Özgürlüğü" kitabında konuyla ilgili makaleleri ve röportajları olan kişilerin isimleri şunlar: Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Alişan Akpınar, Av. Arif Ali Cangı, Ayhan Bilgen, Ayşe Günaysu, Yrd. Doç. Dr. Ayşen Candaş Bilgen, Prof. Dr. Baskın Oran, Can Başkent, Erdoğan Aydın, Av. Eren Keskin, Erol Önderoğlu, Ertuğrul Kürkçü, Av. Fatma Benli, Doç. Dr. Ferhat Kentel, Prof. Dr. Hamit Bozarslan, Hamza Türkmen, Dr. Handan Çağlayan, Hasan Saltık, Av. Hülya Gülbahar, Leman Yurtsever, Mehmet Uzun, Av. Mehmet Danış Bektaş, Nazan Maksudyan, Prof. Dr. Noam Chomsky, Prof. Dr. Oktay Uygun, Özgür Gürbüz, Rober Koptaş, Doç. Dr. Samim Akgönül, Seyfi Öngider, Av. Ümit Kardaş, Yeşim Başaran.

Kitapta ifade özgürlüğü ile yerel ve küresel ölçekli hukuki ve siyasal tartışmalar ve sorunlar ele alınırken, ifade ettiğimiz gibi ifade özgürlüğüyle ilgili Müslüman , Ermeni, Kürt, Alevi ve Sosyalist kimlikler ile ilgili meseleler de ele alınmış. Ayrıca Edebiyat ve sanatta, insan hakları bağlamında, çevre hakları bağlamında; ayrıca medya, vicdani ret ve muhalif kurumlarla ilgili olarak ifade özgürlüğü ile ilgili yazılara da yer verilmiş.

Kitaba ulaşmak için: www.bgst.org , bgstyayinlari@bgst.org

kaynağından alıntıdır