19 Haziran 2009 Cuma

Yargıç Edebi Sanat Tanımazsa veya “Türkten Boşalacak Zehirli Kan” İfadesi Ne Demekti? Ne Demek Oldu? Hrant Dink Kararı Örneği





Yakın zamanda hazırlamaya çalıştığım bir makale var. Hukukta dilin kullanımın önemi ve dil sanatlarının, hukuksal olarak değerlendirilmesiyle ilgili. Makale üzerinde çalışırken, daha önce üstünde düşündüğüm ama şimdi bu çerçevede yeniden karşılaştığım bir örneği paylaşmak ve bazı ön-düşünceler geliştirmek istiyorum.

Özellikle düşünce suçları bağlamında belirli metinlerin yargıç tarafından yorumlanması, metinlerin anlamlarının belirlenip değerlendirilmesi çok önemli, biliyoruz. Peki hukuksal ya da yargıçsal yorum teknikleri, dilin son derece yaratıcı kullanıldığı alanlarda yeterli oluyor mu? Bilindiği gibi suç ve cezaların yasallığı ilkesi (“kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesi), cezalandırılan davranışın, kanunda öngörülen suç tipinin unsurlarına uygun olup olmadığının subsumsiyonu (altlaması) yoluyla gerçekleştirilir. Kanun suçu tanımlarken genellikle bir kimsenin yaptığı bir davranışı tanımlar ve eylemin hangi manevi durum altında yapılmış olması gerektiğini öngörür. Örneğin hakaret suçunu öngören kanun hükmü “Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden ya da yakıştırmalarda bulunmak veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi... cezalandırılır” der. Yargıç da hakaret suçunu işlediği iddiasıyla yargılanan bir kimsenin sarfettiği ifadelerin kanunda tanımlanan türden ifadeler olup olmadığını belirlemek için o ifadeleri yorumlamak, onlara anlam atfetmek, bundan daha da önemlisi (pek çok düşünce suçu aynı zamanda kasten işlenmesi gereken suçlar olduğu için) failin bu ifadeleri kasten sarfedip sarfetmediğini belirlemek zorundadır. Bu kolay bir iş midir? Hayır. Çünkü dış dünyada fiziksel değişiklik yapan “davranışlar” ile “dilsel-iletişimsel eylemler“ arasında çok önemli bir fark vardır. Tiyatro ya da sinema izlemiyorsak gözümüzün önünde işlenen bir yaralama eylemini, “yaralama” olarak algılamak görece kolaydır da kulağımızın dibinde konuşanın tam olarak “ne demek istediğini”, hatta demek istediği ya da istemediği ile bizim duyduklarımızın aynı olup olmadığını bilmemiz kolay değildir. Bunun ötesinde, örneğin yaralama gibi bir eylem fiziksel zarar “ortaya koyarken”, örneğin hakaret gibi bir eylem “nisbi” -algılayanın anlamlandırmasın göre değişen- bir zarar ortaya koyar. Şüphesiz fiziksel-yaralama gibi bir eylemin “anlamı” da, fiziksel-yaralananın algısına bağlıdır bir anlamda ama hiç olmazsa dilsel-iletişimsel “yaralamalardan” daha az bağlıdır.

İçerdikleri ifadelerin, yalnız tanısal değil aynı zamanda duygusal-heyecansal işlevleriyle de sarfedildiği metinlerin, geleneksel hukuksal yorum teknikleriyle değerlendirilmesi de kolay değil. Öte yandan sayısız edebi sanat var. Aklımıza gelen bazılarını sayalım: Mecaz (Değişmece), Teşbih (Benzetme), İstiare (Eğretileme), Kinaye (Değinmece), Teşhis (Kişileştirme), İntak (Konuşturma), Tariz (İğneleme), Tezat (Karşıtlık), Tevriye (İki anlamlılık), Mübalağa (Abartma), Hüsn-i talil (Güzel neden bulma), İstifham (Soru sorma), Terdit (Şaşırtma), Telmih (Anımsatma), Irsâl-i mesel (Atasözü söyleme), Kat (Kesme) vs. vs. Bu sanatların kullanıldığı siyasal, edebi vb. metinlerin içeriklerinin çözümlenmesi, bunları kaleme alanların niyetlerinin belirlenmesi sanıldığından çok daha zor ve yargıçların bu gibi metinleri değerlendirebilecek donanıma sahip olmaları hem sanıklar açısından yaşamsal bir öneme sahip hem de suç ve cezanın yasallığı ilkesine saygının sağlanması bakımından zorunlu.

Bu konudaki araştırmalarımı sürdürürken rastladığım bir Yargıtay kararı bu sorunu çok çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. Konumuz gene düşünce suçu ve gene dilsel-iletişimsel bir metnin anlamıyla, metnin sahibinin niyeti.

Hrant Dink’in yakın geçmişte çok tartışılan sözleriyle ilgili bir karar bu. Ne olmuş? Şu olmuş: Yargıtay (karardan alıntı yapıyorum), tartışmanın “sanığın, A Gazetesi'nin 13.02.2004 tarihli nüshasında yayımlanan makalesindeki ‘Türkten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur’ cümlesiyle, "Türklüğü alenen tahkir ve tezyif suçunu" düzenleyen 765 sayılı TCY'nın 159 uncu maddesini ihlal edip etmediği noktasında” toplandığını saptadıktan sonra “sanık, Mustafa Kemal Atatürk'ün ‘muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur’ sözünden de çıkarım yaparak ve bu sözü ustaca bir üslupla değiştirerek ‘Türk'ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur’ demek suretiyle Türklüğü aşağılamıştır” sonucuna varmış. Bu yorum, Hrant Dink’in sözleri hakkında karar veren çoğunluğun yorumu.

Ama karardan anlaşılıyor ki çoğunluk görüşüne katılmayan üyeler de var. Kurulun başkanı ve bir kurul üyesi "Türk'ten boşalacak ‘O’ ‘zehirli kan’ tanımlamasıyla kastedilenin, altıncı yazının sonuncu paragrafında; ‘sonuçta görülüyor ki işte Türk, Ermeni kimliğinin hem zehiri hem panzehiridir. Asıl önemli sorun ise Ermeninin, kimliğindeki bu Türkten kurtulup kurtulamayacağıdır’ ifadeleriyle açıklandığı ve ‘zehirli kan’ benzetmesiyle; Türklük ya da Türklerin değil 1915 olayları nedeniyle Ermeni toplumunda oluşan ve artık kurtulmak gereken hatalı anlayışın kastedildiği görülmektedir. Yerel mahkeme ise bu bağı kurma gereğini duymamıştır” yorumu ile Yargıtay’ın kararına katılmamışlar.

Bu karar, düşünce özgürlüğünü sınırlayan normların uygulanması çerçevesinde yargıcın yorum etkinliğinin ne derece önemli ve çelişkilere açık olduğunu göstermektedir. Şüphe halinde özgürlüğü korumak temel ilke iken Yargıtay’ın çoğunluk görüşü, Hrant Dink’in ifadelerini ve özellikle “Türkten boşalan zehirli kan” ifadesini, kulağa geldiği biçimi içinde ve özellikle metaforik anlamına bakmadan Türklüğü aşağılama olarak değerlendirirken; karşı oy yazan üyeler, yazı dizilerinin bütününe ve özellikle yazarın anlatmak istediği düşüncenin özüne, ana fikrine eğilmişler ve Hrant Dink’in, Ermeni halkının kimliğini, artık Türk kimliğine referans vermeden tanımlaması gerektiğini kastettiğini savunmuşlardır.

Yargıtay kararı incelendiğinde, karar çoğunluğu düşüncesi ile çelişen karar azınlığı düşüncesi arasında “dağlar kadar” yorum farkı olduğu söylenebilir. Bu örnek, düşünceyi sınırlayan yasaların, özellikle ceza yaptırımı içeren yasaların dar yorumlanmamasından doğacak sorunları gözönüne seriyor. Dar yorum ilkesinin, suç ve cezaların kanuniliği ilkesinin alt unsuru olan yasaların belirliliği unsurunun bir alt açılımı olduğu da ifade edilebilir. Yani düşünce açıklamaları çifte anlamlı, metaforik özellikler gösteren ya da belirsiz açıklamalar ise bu konudaki şüphe, düşünce özgürlüğünün lehine olmalıdır. Dar yorum, düşüncenin özellikle en akrobatik, en dolaşık, en “çok-sanatlı” ifade edildiği siyaset ve sanat gibi insani ve toplumsal etkinlikler açısından gerekli bir yorum tekniğidir. Ancak bu alanda yalnızca düşünce özgürlüğüne gereken saygıyı göstermek adına değil, aynı zamanda suç ve cezaların yasallığı ilkesini saymak adına da salt dar yorum değil pek çok başka yorum tekniğinin uygulanması gereklidir.

Belki de yargıç çok-sanatlı metinler karşısında bocalamamak için geleneksel mesleki kuram ve uygulamalar konusunda donanımlı olmasının yanında “dilbilim”, “edebiyat”, “felsefe”, “sosyoloji” ve benzeri alanlarda da duyarlılılık sahibi olmalı. Edebiyat, tiyatro, film vb. sanatlara ilgisi olmayan bir yargıcın, edebi sanatların kullanıldığı siyasal ve kültürel metinleri yorumlaması kolay olmayacak, o yargıç elindeki metinleri “düz okuyacak” ve işte suç ve cezaların yasallığı ilkesini de dümdüz edecektir.

Aynı ölçüde yüksek, aynı ölçüde deneyimli yargıçların bu derece büyük bir yorum farkı ile karara varmaları; özellikle metinlerarası, sistematik, metaforik yorum gerektiren açıklama ve yayınların meşru olarak cezalandırılmasının hiç de kolay olmadığını, bu alanda kimin ne demek istediğinin kolay anlaşılamadığını, bu gibi suçların sadece soyut tehlike suçları olarak düzenlenmesinin çok yanlış olduğunu göstermektedir.

0 yorum:

Yorum Gönder