Masumiyet Müzesi Romanı ve Masumiyet Müzesi Gerçeği Hakkında Feminist Bir Eleştiri
Öykü Didem Aydın
Giriş
Masumiyet Müzesi’ni okumayı 3 Eylül 2008 gecesi bitirdim. Kitaba, 1 Eylül günü başlamıştım; Amerikalıların deyimiyle gerçek bir “page turner” olan hikâyeyi ilgi ile ve hızlı sayılabilecek bir tempoda okumama karşın, kitap bittiğinde derin bir nefes aldım. Yeni bir romanı bitirdiğimde, çoğumuzun yaşadığı katharsis duygusunu, e tabii, ben de yaşarım ama bu kitapta o duyguyu yaşamadım. Aslında iç sıkıntımın sona ermesi nedeniyle aldığımı sandığım bu derin nefesin ayrıksı bir nedeni vardı. Şimdi eleştirimi (ve tabii beğenilerimi) yazarak bunun nedenini anlatabilmeyi düşünüyorum.
Kitabı biçimsel olarak eleştirmeyeceğim, kısaca şunu söyleyebilirim: Fikrimce okunması son derece kolay bir eser, “samimi” ve basit bir dille kaleme alınmış, türlü türlü söz sanatlarını tabii bulunduruyor, bunlara girmeyeceğim. Romanın hacmi düşünüldüğünde zaman zaman belki de zorunlu olarak ortaya çıkan kurgu hatalarına değinmek bu makalenin amacına aykırı, gereksiz bir iş olacak. Karakterler arasındaki diyalog azlığı, Kemal’in diyaloğa geçit vermez şahsiyeti ile uyumlu bir zorunluluk mu yoksa birinci tekil şahsın dilinden yazılan roman açısından bir eksiklik mi tartışmayacağım. Ayrıca, özellikle Orhan Pamuk’a özgü sarkastik-delikanlı tonu sayesinde asıl hikaye ile hikâyenin yakın tarihsel-kültürel Türkiye-arka-planı arasında -belli ki bilinerek ve istenerek-bir apolitik mesafe, hatta karşılıklı kayıtsızlık kurulmuş görünüyor. Belki de kahramanların bireysel-marazi taraflarının büyüteç altında gösterilebilmesi, böyle bir mesafenin bırakılması ile mümkün olabilmiştir.
Öncelikle, bir müzesi de kurulacak olan bu kitabın kurmaca dünyası ile, artık bu kurmacanın ötesine geçen müzeciliğin gerçek dünyasını “topluca” ve “birlikte” kısaca özetleyerek bir giriş yapmayı uygun görüyorum. Romanın, müzesinin de kurulacak olması romanın “gerçekliğinin”, farklı bir açıdan, hatta bir kaç farklı açıdan değerlendirilmesini gerektiriyor. Roman, Freudiyen bir ‘ilk bakışla’ değerlendirilecek olursa “fetişist saplantı” tablosunda anlatısını bulan bir kara sevda türüne tutulan, oldukça varlıklı Kemal’in, (alt?)-orta sınıf mensubu ve kendisinden yaşça hayli küçük, uzak akrabası Füsun’a duyduğu aşkı (aslında yıkıcı tutkuyu) ve bu tutkunun trajik sonunu hikâye ediyor. Kitabı, salt bir aşk hikâyesi, yüce bir duygu olarak aşk hikâyesi olarak okuyamadım. Şüphesiz, aşkın başlıbaşına marazi bir hal olup olmadığı tartışılabilir, bununla birlikte bu aşkın marazi-marazi bir aşkı hikâye ettiği kanımca açık. Bu görüşün gerekçesi, eleştirimin bütününden çıkarılabilir.
(Feminist) Özet
Kemal, Amerika’dan döndükten sonra, aile şirketlerinden birinin başına geçmiş bir iş adamıdır. Bununla birlikte, iş adamı olması, tümü ile ailevi zorunluluklardan kaynaklanmış görünmekte, kendisini, iş adamlığı ile bağdaştıran bir iş merakı olmadığı, işleri genellikle başkalarına delege ettiği gözlemlenmektedir. İşleri Kemal değil, onun gölgeleri yürütmektedir. Bu yönüyle, yurtdışından gelip de başına geçirildiği işe yabancılaşmış gibidir.
Kemal, hikâyede hayli bol olduğu gözlenen boş vakitlerinde, kendisi ile aynı “sosyal tabakaya”, “cemiyete” mensup arkadaşları ile hoşça vakit geçirir. Bazı modern değerlendirmeler, bu tabloda kendine yer bulabilecek olsa idi Kemal’in karakter olarak pek “sorumlu” biri olmadığı, hatta hiç sorumlu biri olmadığı, aşkı sevgiye sağ-salim çıkaran sorumluluk ve hesap verme yoluna hiç girmediği, kişileri sık sık kendi dürtüsel ereklerine alet ya da manipüle ettiği, belirli dürtülerini denetim altında tutamadığı, yani, salt-modern değerlendirmelere göre, kişiliği oldukça güdük ve genç-oğlan-delikanlı-çocuk kalmış biri olduğu düşünülebilirdi.
Bir gün Kemal, -Paris’de öğrenim görmüş bulunan, çok zengin olmasa da kalbürüstü sayılan bir aileye mensup olan nişanlısı Sibel’e hediye etmek üzere Jenny Colon “marka” bir çanta almak üzere gittiği bir mağazada uzak akrabası Füsun ile karşılaşır.
[Bu noktada kısaca Jenny Colon motifi hakkında bir not düşmek zorunlu: Eğer, hikâyenin geçtiği yıllarda hakikaten Jenny Colon marka çantalar yok ise (bunu bilmiyorum) ya da Jenny Colon adlı New York’lu bir şarkıcı söz konusu değilse; Jenny Colon, Fransız romantik-sembolist yazar Gérard de Nerval (1808-1855)’in bir nev’i Dante’sel Beatrice’si olan “Marguerite ('Jenny') Colon (1808-42)’’un sembolize ettiği bir tutku-simgesi-nesnesi olabilir. Hakiki Jenny Colon, daha sonra akli yetilerini yitirecek ve intihar edecek yazar Nerval’in ulaşılamaz olarak idealize ettiği bir kadındır, yazarın pek çok aşk mektubunun muhatabıdır, ancak edebiyat tarihçilerinin „ikinci sınıf“ bir operet şarkıcısı olduğunu belirttikleri bir kadındır. Nerval’in kadınlarla önemli „bilinç altı meseleleri“ vardır. Bununla birlikte Kemal’in, Nerval’den nasıl etkilendiğini araştırmak da bir yan mecradır ve bu değerlendirmede oraya sapılmayacaktır. Kısaca şöyle söylemek gerekir. Jenny Colon, sahte yıldız-„ikinci sınıf“ kabul edilen, kendilerine karşı duyulan tutkuyu hiç de meşru kılamayan „kadınların“ sembolü olabilir. Jenny-Colon, bir anlamda zaten sahte-yıldız olan Jenny Colon’un bir de üstüne sahte çantası motifinde „ne kadınlar sevdim zaten yoktular“ gizemciliğine ulaştırılmış görünmektedir. Daha sonra neden olduğu anlaşılabilecek bir saptamayı da şimdiden yapalım: İdealize edilen kadın ile gerçek kadın („basit kadın“) arasındaki fark, kanımızca hem Anglo-Sakson, hem Frankofon romantik erkeğinde, romantik bir bunalım yaratır. Muhtemelen Kemal’de de aynı bunalım gerçekleşmiştir. İdealize kadın ile o idealin içini dolduramayan basit kadın arasındaki fark, öznenin nesne fetişizmi ile çözüme ulaştırılmaya çalışılacaktır!]
Lise öğrencisi Füsun, işte o sahte Jenny Colon’un satıldığı mağazada tezgahtarlık yapmaktadır. Kemal, “güzel” Füsun’dan çok etkilenecek, bu nedenle mağazayı birkaç kere daha ziyaret edecek ve kendisine karşı “hiç de boş olmadığını” gösteren Füsun’a tutku ile bağlanacak; ailesinin, -eski eşyaları ile birlikte- âtıl bıraktığı “çocukluğunun evinde” onunla sevişmeye başlayacaktır. Füsun, bu sevişmeler başladığında, üniversite sınavına “hazırlanmaya çalıştığı” gözlenen lise son sınıf öğrencisidir ve Kemal’in bir anlamda onunla yakınlık kurmak için verdiği göstermelik matematik dersleri de, bütünüyle göstermelik olduklarından olsa gerek, Füsun’un üniversite sınavında başarısız olmasını engelleyemeyecektir. Üniversite sınavından bir gün önce Kemal ile sevişmiş bulunan Füsun yaşındaki bir kızın, romanın başından sonuna ne kadar ‘cool” gösterilirse gösterilsin “kafasını toplayıp” var gücü ile matematik sorularına asılacağını düşünmek de şüphesiz safdillik olurdu. Aslına bakılırsa, Füsun’un hiç de göründüğü kadar “cool” olmadığı, romanın sonlarına doğru oldukça dramatik olarak imlenecektir.[ Gene yan bir mecra: Füsun’la Kemal’in sevişme sahneleri, tüm o sempatik-delikanlı tavrına rağmen, feminist okuyucuların yer yer canını sıkacaktır. 2008 yılında, vakti zamanda geçen “bekaret alma” sahneleri, insana can sıkıntısı vermekte ve pek basit görünmektedir. Bu sahneler, bugünün Türkiye’sinde de yaşanmamakta mıdır? Sık sık yaşanmakta olduğunu tahmin ediyoruz. Bununla birlikte, bekaret ver-alma meselesine bakış, çoğu erkek yazarda hep “acıtma-acıtmama” takıntısında resmedilegelmektedir. Bu takıntı, yazarın takıntısı olmak zorunda değildir şüphesiz, kahraman Kemal ya da kahraman erkek, ultimate power X’in takıntısıdır. Bununla beraber, hep aynı sıradanlıkta, işi “sokma-çıkarmaya” getiren hep aynı hayal gücünden yoksun tarzda ele alınması bıkkınlık yaratabilmektedir. Füsun’un “yüklenilen” ve “zorlanan” vajinasının da hayli kabarık “monologlar” (bkz. Eve Ensler’in Vajina Monologları eseri) çıkarabilecek türden olduğunu romanı bitirdiğimizde anlayacağız diye düşünüyorum.]
Kemal, Sibel ile Hilton Oteli’nde düzenlenen nişan törenine, artık uzunca sayılabilecek bir süredir sevişmekte olduğu Füsun’un da gelmesini sağlar. Bu nişandan sonra Füsun ortadan kaybolur. Füsun’un ortadan kaybolmasının nedeninin, Kemal’in Füsun’a, Sibel ile sevişip sevişmediği konusunda yalan söylemesi olduğu bir süre sonra anlaşılır. Şüphesiz, Füsun’un; gözlerinin önünde yapılan bu “şatafatlı” nişan töreninden olumsuz-etkilenmemiş olduğunu düşünmek olanaksızdır. Ancak bundan nasıl etkilendiği, duygusal dünyasında nelerin olup bittiği, okuyucunun tahminine bırakılmıştır. Kemal, bu aşk yüzünden, yine uzunca bir süre karı-koca hayatı yaşadığı nişanlısı Sibel’den ayrılacaktır. Önce, kendini avareliğe, binge drinking’e, Füsun’un anne ve babası ile birlikte yaşadığı semtte bulunan ucuz-otellerde vakit geçirmeye verir.
Sonra Kemal silkinir, tam cesaretini toplayıp da Füsun’la yaşamını birleştirmek istediğini Füsun’a söyleyeceği anda “kızın” evlenmiş/ya da evlendirilmiş bulunduğunu öğrenir. Füsun, koparılıp evlendirilmiştir. Ne yapılacaktır ki? Durumu fenadır... Bekaretini “kaybetmiştir”. Kaybetmek, sözün doğrudan anlamının da ifade ettiği gibi, kişinin bir şeyini hiç istemeden/isteyemeden yitirmesi gibidir (Anahtarımı kaybettim/bekaretimi kaybettim!). Füsun, Feridun adlı bir senarist/yönetmen adayı ile evlenmiştir. Feridun, Türk-filmcisidir, hep sanat filmleri yapmayı düşler, ancak ticari filmler yapmak zorunda kalır. Artık Kemal uzun yıllar boyunca, Füsun’un anne ve babası ve kocası ile birlikte oturduğu eve misafir gidecek, onların gün-akşam-oldu-TRT-vakti-geldi rutin yaşamına dahil olacak, Füsun’un evinden ya gizlice ya da göz göre göre aldığı eşyaları biriktirmeye başlayacaktır. Aslında bu biriktirme kompulsiyonu, psikolojik terimle, dürtü-kontrol-bozukluğu, ikisi sevişir sevişmez uç vermeye başlamıştır. Kemal, baştan beri kendisinden sevgi alamayacağı ve kendisine sevgi veremeyeceği (dikkat ediniz sevgi diyorum, aşk değil) Füsun’un zoraki “yokluğunu”, annesinin “yokluğunu” Tedy Bear’le, ayıcığı ile karşılamaya çalışan bir çocuk gibi “eşyalar” ile telâfi etmeye çalışacaktır.
Füsun’un “kocası” Feridun, Kemal’den (Kemal’in Füsun’a ilgisini sezmiş olmasının verdiği rahatlıkla) film projeleri için yardım ister. Kemal de, herhalde Füsun’a daha yakın olabilmek ve ayrıca onun yaşamını kontrol edebilmek için olsa gerek bu projelere destek veriyor görünür uzunca süre. Romanın bu yönünde gerçekçilik görmeyen bazı eleştiriler yapılmıştır. “Neden aile Kemal’e o kadar yıl sabretti? Neden Feridun karısına “sahip çıkmadı?” yolunda. Bu eleştiriler yersizdir. Çünkü, egemen Kemal’den hem ailenin (özellikle her anne gibi kızının mutluluğu geç de olsa yakalayabileceğine inanan Nesibe Hala’nın), hem de Feridun’un önemli maddi beklentileri vardır. Durum öyle basit “Türk misafirperverliği” meselesi değildir. Durum, ciddi olarak zengin bir adamı “hoşgörme”, kralın şakalarına mecburen “gülme” (!) durumudur.
Füsun, önce kendisinin yıldız edileceği hayallerini kurar. Ancak, Kemal ile Feridun başbaşa vererek, Füsun’un yıldız edilmemesi gerektiğine karar verirler. Aslında bu, en başta Kemal’in fikridir. Kemal’in Feridun’a bir film şirketi kurup da, Füsun’un bu şirketin yapımlarının “yıldızı” olmasını engellemesinin nedeninin Füsun’u kontrol altına almak, yıldız olunca “doğru dürüstlükten” çıkmasının, “cinsel obje” edilmesinin önünü almak olduğu tahmin edilebilir. Kadının fena yola düşmesinin önünün alınması madalyonunun diğer yüzü “kadının kapatılmasıdır”. Böylece Kemal, Füsun’u “kapatacaktır”. Sonuç olarak Füsun, yıldız olamaz, başka “fena-kadın” yıldız olur, Feridun, Füsun’a ilgisini kaybeder; zaten başka kadınlara da düşkündür Feridun; ve Füsun’un da Feridun’a aşık olmadığı, onunla Kemal’le yatmış bulunduğu için evlendiği sonradan anlaşılır. Bu süreçte, Füsun’un kuş resimleri (özgürlük motifi?) çizmeye başladığını gözlemleriz. Kemal’in misafirliği yılları aşar ama sonunda, artık toparlanır, Füsun’la hayatını birleştirmeye karar verir. Feridun engeli ortadan kalkınca, Füsun’la evlenmeye ve hayatı boyunca onunla birlikte yaşamaya karar verir. Şüphesiz, kendisini çoktan efsunlamış bir kadının o kadar eşyasını topladıktan sonra artık o eşyaları bir tarafa bırakıp gerçek Füsun ile yüzleşebilmesi imkânsız olacaktır Kemal’in. Bunun nedenleri çeşitlidir. Bu mecraya sapmayalım...
Ama işte ikisi evlenme emellerini gerçekleştiremezler, çünkü binbir zorlukla henüz ehliyet almış Füsun’la beraber, Edirne üzerinden karayolu ile Avrupa’yı gezmeye çıktıkları sırada, Füsun sarhoş olup Kemal’in Chevrolet marka otomobiline atlar ve önüne bir köpek (köpek motifi ve bu motife çarpmamak için sapmış olması mecrası da tartışılmaya değerdir aslında...) çıktığı sırada bir çınar ağacına çarpmak zorunda kalarak yaşamını yitirir. Füsun’u bu davranışı yapmaya iten durum, Kemal’in artık evlenene kadar kendisiyle sevişmeyeceğini söylemesine rağmen gene kendini tutamayıp sevişmek istemiş ve bunu başarmış olmasıdır. İşte o günden sonra, Kemal artık büyük bir yasa sürüklenecek, Füsun’un eşyaları ile avunmayı sürdürecek ve bu birikmişliği bir müzede son buldurmak isteyecektir. Bu çabalarında yazar Orhan Pamuk’dan destek alacaktır.
Hikâye, aşağı yukarı bir “decade”/on yıl sürmektedir. [Füsun’un ehliyet hikayesi için bir not: Kemal, Füsun’u yapan-eden-bir-özne-kadın olarak kabul edemediği için ehliyetini dahi rüşvetle alması önerisinde bulunuyor. Gerekçesi açık: Trafik Şubesi rüşveti. Haklı bir gerekçe ama bu gerekçe “kadını-kontrol-hastalığının” mazereti değil. Füsun ise, erkin olma özlemi içinde olduğunu işte ilk kez, Grace Kelly özentili bu tavrında gösteriyor ve bu noktada Füsun’a hakikaten acıma dönemine giriliyor). Bu, romanın, feminist eleştirisine ön-giriş olarak da algılanmasını istediğim kurmaca özeti.
Roman, aynı zamanda “gerçek yaşamda” kurulacak olan bir müzeyi de hikâye ediyor. Bu müzenin kuruluş gerekçesi, kurmacanın kahramanı Kemal Bey’in arzuları. Romanın son bölümlerine doğru, Kemal Bey, yazar Orhan Pamuk’dan bu müzenin kuruluşuna giden hikâyeyi “birinci tekil şahıs” olarak anlatmasını rica ediyor. Yazar, Orhan Pamuk, Kemal Bey’in kurmaca nişanında da bulunmuş (Bulunduğu şüphe götürmez, çünkü kitabın yazarı olarak o nişanı kendisinin kurguladığı açıktır). Masumiyet Müzesi adı verilen müze projesini, Kemal’le kitabın son bölümlerinde iletişime geçen yazar kuracak. Yazar, Kemal’in hikâyesini, bu müze yolu ile kendisininki gibi “sahiplenmiş” görünüyor... Bu müzede sergilenecek eşyalar, trajik bir şekilde ölen Füsun’un eşyaları ve romanda yeralan başka bazı eşyalar olacak.
Roman Kurmacası ve Romanın da Dahlinin Olduğu Müze Gerçeği:
Neden Feminist Okuma?
Her sanat eseri birden fazla “gözle” “okumaya” açıktır. Bu roman da, birden fazla okumayı mümkün kılıyor. Hatta belki de Freudiyen okumaya açık davetiye çıkarmış olması yüzünden başka okumaları, özellikle feminist okumayı zorlaştırıyor. Yine de ben, feminist bir okuma deneyeceğim.
Her şeyden önce, kitabın adındaki masumiyet imi, hemen karşıt kavramı olan ‘manevi kusurluluğu/suçluluğu’ akla getirdiği içindir ki, bu feminist okumayı, suç ve suçluluk, masumiyet ve suçluluk ikiliğinden yararlanarak yapabilmeyi düşünüyorum. Şüphesiz, masumiyet, pek çok farklı biçimde anlamlanacak bir kavramdır. Masum, bir yandan bilgisiz, deneyimsiz anlamına gelebileceği gibi, bir yandan da kusuru, suçu olmayan anlamına gelebilir. Yine, belirli bir manevi kapasiteden yoksunluk anlamına da alınabilir. Genel-kültürel olarak çocuklar masum kabul edilirler, aynı şekilde bakireler de masum kabul edilirler. Beyazlık, saflık, katışıksız olma hali, çıplak bırakılmışlık, bilmeme demek olduğu gibi, “karışmama” ya da “karışamama”, “eylemde bulunmama”, “kusur taşımama”, “kusurlu eylemi işlememe hali” anlamına gelir.
Bir yönüyle masumiyet, hiç suçu olmadan ya da cezasına nazaran pek küçük kalan bir suç yüzünden kurban edilmek anlamına da gelebilir. İsa Peygamber (kısmen) böyledir, kurbanlık koyunlar böyledir ve aslında erkekler açısından kadınlar böyle “olmalıdır”. Hikâye, aynı zamanda Masumiyet’in Müzesi’nin kuruluş hikâyesi olduğu için, önce belli bir masumluk halini ve sonra bozulmuş olması gereken bu masumluk halini yaşatmak için müze kurulmasını anlattığı düşünülebilir. Her durumda, bilmek-bilmemek; yapmış olmak/yapmamış olmak; suç işlemiş olmak/işlememiş olmak karşıtlıklarını akla getirmektedir.
İlk olarak, romanı feminist bir değerlendirmeye konu edebilmek için elimizde hangi veriler olduğuna/gerekçelerimizin neler olabileceğine bir bakalım. Özetim bazı fikirler vermiş olabilir, gene de “ne lüzumu var şimdi feminist eleştirinin?” sorusuna gerekçeli yanıt vermek şarttır:
Siyasal çalkantılar içinde bulunan, henüz dışa açılmamış, oldukça kapalı, değişikliklere gebe, ancak o değişikliklerin ne gibi değişiklikler olacağını çözümleme aşamasından uzakta, 12 Eylül darbesine doğru baş döndürücü bir hızla ilerleyen pek alacakaranlık bir 70’li yıllar Türkiye’si ortamında, sermayedar/varlıklı/egemen erkek Kemal, varlıksız/ezik/kız-kadın Füsun’a aşık olmuştur. Kemal, aynı zamanda Türkiye’nin o vakte kadar tanımadığı pek çok “yenilikleri” ülkeye empoze eden, o yeniliklerden parasal kâr sağlayan ithalçi/distribütör bir sermayedar kuşağın da temsilcisidir. Şüphesiz yine de tekstil “işi” bir anlamda “milli”dir ama Kemal’in çevresi, daha çok batılı bir endüstriyel ürünü, örneğin gazozu Türkiye’ye “ilk defa getirmekle” meşguldür.
Kemal, siyasal iktidarla göbek kordonu bağını henüz bilinç düzeyine çıkarmamış bir egemendir. Bu durum, Kemal’i siyasal-olana yabancılaştırmış görünmektedir. Siyasal erke ortak olarak gösterilmemiş, hatta o erke yabancılaşmış olarak gösterilmiş olsa da Kemal, egemendir. Bu çerçevede egemenliği, daha çok parasal ve maddi-olanaksaldır. Her şeye karşın, kendi yazgısına öyle ya da böyle egemendir.
Kemal’i bu mutlak egemenlikten alıkoyan tek şey, Füsun’a karşı geliştirdiği saplantılı “aşk” ve bunun yarattığı manevi “depremdir”. Füsun adının anlamından yola çıkarak belirtilmesi gereken nokta, Füsun’un Kemal’i efsunladığı, büyülediği gerçeğidir. Psikolojik olarak fetişin, büyü’de somutlaştığı da not düşülmelidir. Şüphesiz, büyünün nedeni açıklanabilse büyü olmaktan çıkardı. Egemen erkek, “büyüleyici olan” ancak neden büyüleyici olduğu pek de anlaşılamayan kadınlara kapılabilir, o güzel kadın büyüleyicidir de, şu güzel değildir? Niye? “Bilmiyorum”. Ve egemen erkek, büyüleyici kadınlara karşı, “büyüleyici işte, büyüledi beni, efsunladı, gizemli bir ‘hatun’, ne yapacağı belli olmaz bir ‘hatun’, beni maceraperestliğe itiyor, bende fethetme, yakıp yıkıp geçip gitme arzuları doğuruyor” tümcesiyle özetlenebilecek bir duygusal tepki geliştirebilir sık sık.
Roman, ekonomi-politikası gözlüğü ile okunacak olsaydı, Kemal’in, tutkusu, özellikle romanın geçtiği dönemdeki sermaye sahibi/kapitalist sınıfın “bilinçli tüketici” olması arzu edilen küçük-burjuva sınıfa bir özlemi olarak ifade edilebilirdi belki...“Satın alacak kalabalıklar aranıyor. Yeni pazarlar aranıyor! Pazara tutku ile bağlandım...” Ancak, ben ekonomi-politikası gözlüğünü takmayacağım ve bu düşünce çizgisini, yani Kemal’in gerçek bir kapitalizmden çok uzak Türkiye coğrafyasında ve tarihsel çizgisinde, mensubu olduğu sınıfa anakronistik yabancılaşmasını fazlaca irdelemeyeceğim. Hem de Amerika’dan dönüp de “ortalığın tozunu attırmanın pek de moda olduğu” bir dönemde... Bu aşamada belirtilmesi gereken tek gerçeklik, Kemal’in her şeye rağmen egemen olduğudur. Kemal’e karşı tek tehdit, içine düştüğü “aşk”tır. O da bu tehdidi ciddiye almış, ondan gerçekten yaralanmış görünmektedir. Hatta, Füsun’u ziyaret ederken kendini biraz da aşağılar görünmektedir...Ama aşağılana aşağılana durumu devam ettirebilmesinin tek dayanağı da sahip olduğu egemenliktir kanımca.... Psikolojik açıdan irdelendiğinde, güvenliğinde pek emin bazı “engellenmemişler” kolay öfkeye kapılır. Öfkesini, edilgen-saldırgan tarzda ifade etme durumundaki bazı “engellenmemişler” ise, zaman zaman “kasıtlı-aşağılanma” olarak tabir edeceğim duruma sokabilirler kendilerini. Aşk, bu gibi “egemenlerin”, edilgen-saldırganlığına “yataklık” edebilecek türden bir duygudur. Hikâyede, Kemal karakterinin oldukça manipülatif sayılabilecek edilgen-saldırganlığının pek çok örneğini görüyoruz. Film-şirketi-kurmak-istiyormuş-gibi-yapma; Füsun’a ilgi duyanları uzaklaştıracak manevralar vs. Özellikle bir akşam yemeğinde, Füsun’u “kapatma” duygusu, artık edilgen-saldırganlıktan çıkmış, Kemal, başka bir masayla Füsun yüzünden açıkça “kavga etmiştir.” Hikâye boyunca “aşkı yüzünden” aşağılanır görünse de O, bu egemenliğinin farkındadır. Bununla birlikte, yarasını “yalayıp yutarak”, mahir bir şekilde yönetmeye başlaması an meselesidir ve tüm hikâye boyunca yönetmiştir de. İşte, yarasını da yalayıp-yutup, yönetebilen bir egemendir Kemal.
Füsun ise, ‘halk takımındandır’, kendi kaderi, tümü ile kendi dışındaki durum ilişkilerine bağlı bir kimsedir. Yapan, eden, yöneten konumunda bir özne değildir, başına sürekli “bir şeyler gelen” bir “karşılayıcı konumu”, aslında sürekli bastırılan ve kaybeden konumu vardır. İşe, öncelikle “bekaretini” kaybetmekle başlar. Sonra, üniversite sınavını “kaybeder”/kazanamaz, daha sonra aşık olduğu adamı kaybeder; daha sonra yıldız olma olanağını kaybeder, Kemal tarafından sürekli çalınan eşyalarını kaybeder, babasını kaybeder (Lacan’cı bir gözle değerlendirilecek olursa aslında bu baba, Füsun’un dili ve kanunu olması gerekirken ol(a?)mamış, Füsun, bir anlamda dilini ve kanunu da ebediyen kaybetmiştir, bu baba öğretmen olmasına karşın) ve en sonunda Füsun hayatını kaybeder. Füsun, başından sonuna kadar aşama aşama kaybetmekte, hadım edilmektedir.
Yazarın, bir beyanında/yazısında, son derece zekice “ben Kemal değilim, Flaubert’im” demiş olduğunu biliyoruz. Bu noktada kedi kuyruğunun ardında dönmeye başlayacak çünkü Flaubert de “Madame Bovary, c'est moi”: -“Madam Bovary, o benim”, demiş idi. Şimdi Orhan Pamuk, “Flaubert, c'est moi” dediğine göre ve Flaubert de “Madame Bovary, c'est moi” demiş olduğuna göre acaba Orhan Pamuk’un açıklaması, mantıksal olarak, “Kemal c'est moi” çıkarsamasını haklı mı kılacaktır? Her şeye karşın, Madam Bovary’nin neden kaybettiği, toplumsal zeminle kadının-karakteri arasında bir köprü-kurularak açıklanmıştır. Füsun, söz konusu olduğunda paralel açıklamalar, pek güdük kalmıştır. Çünkü Füsun’un suçu, karakteri ile bağlantılanamamaktadır. Füsun, “durduk yerde”, salt kadın olduğu için, artık o dönemdeki Türk-erkek-toplumu mu, yoksa marazi-fetişist-Kemal mi, yoksa yazar mı, birileri tarafından kurban edilmiş görünmektedir.
Bir nesne, aslında hedef konumundaki Füsun; hikâyenin yaşandığı toplumda her kadın gibi, kendisinden; bir tür “hücum savma” mahareti beklenen bir kadındır.[Bu tespit, kanımızca, Türkiye’de neden kadın voleybolünün, erkek voleybolünden daha çok ilgi çektiği sorusunun yanıtında bile somutlaşır. Gerçekten, voleybol, hücumdan çok, hücumun karşılanmasından “zevk” alınacak türden bir spor olduğu için, örneğin basketbol gibi, diğer tüm “fallik” sporlardan ayrılır ve geleneksel-kadınsı bir özellik kazanır da bu konu belki ayrı bir makale ile incelenmelidir.] Romanda, Türk kadınının bu hücum savma maharetinden, sarkastik bir övgü ile sözedilmektedir. Tacizkâr erkekleri bile incitmeden tacizi savma hüneri, Türk kadınına özgü bir nitelik olarak gösterilip az da olsa irdelenmiş, belki de övgü ile karşılanmıştır.
Demek ki kaybetme, bastırılma, ezilme, kaderini denetim altına alamama, bekaret, taciz vs. kadın konusuna gönderme yapan bu romanın feminist bir gözle de okunması gerekmektedir.
Şüphesiz, Füsun da Kemal’e aşık olmuştur, bu aşk onu da denetimi altına almıştır ama bu aşkı ‘yazan’ ve ‘yöneten’ Kemal’dir. Her şeyden önce, aşkı Kemal başlatmıştır (flört aşamasında), bu aşka gereken mekânı, ailesine ait bir evi kullanan Kemal sağlamaktadır, istediği zaman bu aşktan geri çekilip istediği zaman (aslında hep treni kaçırarak) sahneye çıkabilme yetkesi Kemal’in elindedir, aşkın yaşanma tarzını Kemal belirlemektedir, aşk için müsait ortamı (özellikle evli Füsun’a “yanaşık” olarak kalabilme stratejisi olarak film şirketi kuruluşunu) Kemal sağlamıştır. Özetle, Kemal, bu aşkın “planlanmasını”, “yatırımını”, “finansmanını” ve “işletmesini” tek başına yürütüyor görünmektedir. Söz konusu olan yap-işlet-cehenneme-devret-erkek-egemen anlayışıdır.
Bu aşkta kendini oldukça ayrıntılı ve zengin bir dille ifade eden de Kemal’dir. Füsun, eğer usturuplu tek bir cümle etmeyecek ise mümkün mertebe ağzını açmamaktadır. Füsun’un ne hissettiğini, düşündüğünü, istediğini, zaman zaman sanki hayli “cool” bir kadınmış olduğu yanılsamasını da yaratan “sessiz suskun” tavrından biz okuyucular çıkarmak durumundayız. Füsun, derinlikle tahlil edilmemiştir. Son ölüm sahnesine kadar hayli underdramatized, understated kalmıştır, Kemal ise, Füsun’un tersine “over-dramatized”, haddinden fazla dramatize edilmiş durumdadır. Ama ironik bir şekilde çok konuşan, fazla konuşan, baskıcı konuşan değil de, sessiz kalan özdeşimiz sonsuza dek susturulmuştur.
Bu çerçevede, Masumiyet Müzesi’ne de -kendisi ile ilginç benzerlikler taşıyan Vladimir Nabokov’un Lolita’sına çoktan yapılmış bulunan- bir temel eleştiriyi getirmekte sakınca yoktur kanısındayız. Masumiyet Müzesi; bir tiranın, bir totaliterin gözünden anlatılan bir tiranlık hikâyesi “olabilir”. Fakat Lolita’dan farklı olarak, totaliter tiran cezalandırılmamıştır, kurbanlaştırılarak cezalandırılan, kesilmiş-kuzulaştırılan, bir anlamda artık ‘İsa’laştırılan’, bizatihi tiranın nesnesi konumuna indirgenmiş mazlum Füsun’dur. Bu anlamda masumiyet, mazlumiyet ile eş anlam vermiş gibi görünmektedir.
Eğer Masumiyet Müzesi, sanatsal kaygılarla çekilmiş bir savaş fotoğrafı olsa idi, bu temel ön-eleştirinin burada yersiz olduğu söylenebilirdi. Yazar, bireyin ya da toplumun fotoğrafını çekmekte, bu estetik fotoğrafı banyo etmek adına bir metin kurmakta, gerçekliği yeniden inşa etmektedir. O zaman bu estetik gerçekliğin estetik olarak inşa edilip bırakıldığı noktada, bize de söz söylemek düşmezdi. Bununla birlikte, değerlendirdiğimiz roman, sanatın gerçekliğinin dışına taşmış, gerçek bir gerçeklik olarak, günlük yaşamımıza katılmıştır. İşte Masumiyet Müzesi’nin, günlük yaşamımıza katıldığı noktada, salt inşa ediliş tarzının etik olarak sorgulanması, yani yazarın romanda-olmuş-bitmiş gerçekliğe karşı gösterdiği tavrın incelenmesi gereklidir.
Ama yazarın, bir savaş fotoğrafçısından önemli bir farkı olduğunu düşünüyoruz. Bu yargımız, ahlakçı bir yargı olarak anlaşılmamalıdır. Şüphesiz, hiçbir sanat eseri, “kurtuluş mesihi” olmak zorunda değildir, hiçbir sanat eserine belirli bir durumu üstün-estetik bir dille saptamakla kaldığı için “kızılmaz” ki bu eser, bu üstün-estetik saptamayı çoktan büyük bir maharetle yapmıştır. Bununla birlikte, sanat eseri ile hitap ettiği “estetik-haz-duyucusu” arasında simbiotik bir ilişki olduğu da yadsınamaz. Yani hem kitap, okuyucuya muhtaçtır, hem okuyucu kitaba. Bu nedenle, artık dış dünyaya taşmış somut bir gerçeklikte ifadesini bulan Masumiyet Müzesi “gerçeği”; inceleme konusu eser söz konusu olduğunda, -yani Çukurcuma’da kurulacak gerçek yapı malzemesinden, “etten, kandan” müze söz konusu olduğunda-, pekala etik açıdan da değerlendirilebilir. Örneğin, “bir genelevde olup bitenleri salt sanatsal bir dille, fotografik-estetik bir dille anlatan” bir yaratının, belirli bir tarihsel konum ve zamanda, nasıl bir etik-etki yaratacağı tartışılabilir. Özellikle, genelevdeki külotlar, yataklar vs. eşya somut gerçeklikte de sergilenecek ise. Şüphesiz, inceleme konusu eser, bu derece dikkat çekici bir meydan okuyuculuğa varmamaktadır. Etkisi, kadına baskıyı olumlayıcı mı, yoksa değilleyici midir, tam da belli değildir. Ama işte tüm bu gerekçelere dayanarak, romanın feminist bir eleştirisini ortaya koymak zorunlu görünmektedir.
Füsun’un Kemal’den yaşça çok küçük olması, ekonomik, kültürel ve eğitimsel olarak çok güçsüz olması nedeniyle onunla hiç bir şekilde eşit olmaması, bu marazi aşkın sıkıntısını, batı dünyasında sıkça gördüğümüz yaklaşımın tersine gayrimeşru-egemenin değil egemen-olunanın çekmiş olması, bu gerekçelere belirli bir debi kazandırmaktadır. Trajik bir sonun kurbanı kadını merkeze koyan bu müze neden kurulacaktır? Salt bu soru ve olası yanıtlarından biri olabilecek “Acaba Kemal, bilinç altında bu müzeyi kurmakla içindeki vicdan azabını atmayı, suçunu başkaları ile paylaşmayı mı arzu etmektedir” ya da “acaba fetişist erkek bu kere teşhirciliğe mi soyunmuştur- karşı-soruları dahi feminist bir okumayı zorunlu kılmaktadır.
Feminizm dedik ama hangi feminizm? Bu soruyu derinlemesine incelemek başka bir değerlendirme konusudur ancak bu satırların yazarı; feminizmden, kadının, hücum karşılama konumundan çıkıp reşit olma, özneleşme ve karar verme, kararı uygulama ve kararın uygulanması süreçlerini yönetme savaşımı olarak tanımladığını belirtmek isteriz. Planlamada, yatırımda, finansmanda ve işletmede karar ve söz sahibi olmak! İradecilik-determinizm tartışmaları bir yana, bugün özgürlük düşüncesinin, zoraki kurbanlıktan kurtulma, zincirlerini kırma, başkalarının eline gelmeme, genel olarak kolay kolay keyfi bir ele ya da dile düşmeme, kendi elini ve dilini kurma savaşımı ile ilgili olduğu yadsınamaz. Tartıştığımız hangi tür özgürlük savaşımı olursa olsun, söz konusu olan temel hedefin, arzu edebilme, isteyebilme ve isteklerini gerçekleştirebilme, kurban olmama savaşımı olduğu düşünülebilir. Şüphesiz, salt arzu etme kavramı bile erkek-dünyasına ait bir kavram olarak ele alınıp kadının, kendisini erkek dili ile ifade etmesinin yanlışlığına da dikkat çekilebilir. Tabii, neden erkeklerin dili ile konuşalım? Biz, başka bir dilin, başka öznelerin, başka nesnelerin, başka yüklemlerin peşinde değil miyiz? Neden arzu etmek zorunda kalalım? Neden, “göz dikmek” zorunda kalalım? Sahip olduğumuz şey, “çocuk-doğurabilir’liğimizde” somutlaşan bir “taşıma” ve “gözetme” gücü değil mi? Giz dikmek başkadır, gözetmek başkadır! Tabii! Ama arzulama kavramını, özetle karar almayı ve konuşmayı arzu etme, kendisine uygun bir dil kurmayı arzu etme, meydan “okuma” olarak anlamakta bir sakınca görmüyoruz. Meydanı, biz okuyacağız...
Bu okuma, farklı bir okuma olacak. Bu nedenle, kadını ve aslında özgürlük savaşımı veren tüm “baskı altına alınanları” öznelik konumundan uzaklaştıran özgürlük reçeteleri (çilekeşlik, tevekkül, -nazi kampı saldırılarını büyük bir düşsel güç sayesinde “aşarak” Roberto Beningi’li “Hayat Güzeldir” filminde olduğu gibi yücelere tırmanmak, saldırı yokmuş ya ya oyunmuş gibi davranmak, egemen söyleme egemenle birlikte yalandan katılmak –kralın şakasına kralla birlikte gülmek vs.) ihtiyatla karşılanmalıdır. Bununla birlikte bu konu da yan mecradır ve bu aşamada yine yarım bırakılarak romanın değerlendirilmesine artık tam olarak başlamak gereklidir.
Kod-Adı Nesrin Pars’ın/Pars Nesrin’in Birinci (Yüzeysel?) Okuması
Öncelikle, elindeki romanı “gerçekmiş gibi okuyan” ve “birincil katmanına” “odaklanan”, azıcık da “milli bilinci” olan modern bir feminist kadın okuyucunun göstermesi olası tepkiyi ortaya koymaya çalışalım. Bu tepkiyi, kendisinden bir eleştiri yazısı kaleme almasını rica ettiğimiz “Pars Nesrin” adlı anonim okuyucu yazsın isteyelim. Biz, eleştirmeniz, Flaubert eleştirmeni... Flaubert eleştirmeni, c'est moi! Yani Tony Tanner, Rosemary Lloyd, Nathaniel Wing, c’est moi... “Bu itibarla”, Kemal’in karşısına Pars Nesrin’i çıkaralım dedik, Pars Nesrin. romanı okuduktan sonra hızla ve sanırım oldukça güçlü homurtulu ve gıcırtılı bir kükreme çıkararak, romana karşı pek “yıkıcı”(!) sayılabilecek aşağıdaki eleştiriyi kaleme alacaktır:
“Romanı, son derece samimi, -iğfal edilmekten korkmayan bir Türk kızı- gibi okudum ve ne yazık ki sonunda gene iğfal edildiğimi anlayıp hüsran içine girdim. Bir ara intiharı düşündüm ama bu çok kolay bir çözüm olacaktı ve ayrıca galiba intiharın da modası geçmişti. Hem bakalım kimse bahsedecek miydi benim bu intiharımdan? Arkamda bir müze filan bırakmış olmayacaktım! Zavallı okuyucu kitabın müzesini görmeden intihar etmiş veya galiba intihar ediyorum ona göre demek istemiş ama açtığı havagazı kaçağını tam söndürecekken bitap düşüp söndüremeden ölmüş gitmiş diyeceklerdi. Samimi, içten, inanarak, bekleyerek, kıvranarak okudum. Fakat bu kez anlatıcı Kemal tarafından kandırıldığım hissine kapıldım. Bu hissi, kitabın ortalarından, yani Kemal’in anlattığı hikâyenin dönüştüğü ve Türk-filmleştiği yerden itibaren artarak edindim ama çaresizdim, bir kere başlamıştım: ‘Sonuna kadar gitmem’ gerekiyordu. İğfal edilme pahasına... Durun bakalım. Hiç de beğenmedim demedim!
Önce bir Türk film yıldızının doğuşunun engellenmesi konusunda bir Türk filmi izlediğim kanaatine kapıldım. Bir Türk filmi hakkında bir Türk filmi...Film tabii bir melodramdı. Hem engellenecek film (ana hikâye), hem de engellenme hakkındaki film (romanın kendisi)... Sonra bir müzeye doğru hızla sürüklendiğimi hissettim. Yani kahraman Kemal beni, Çukurcuma’da çoktan kurulmuş ya da azıcık sabredersem kurulacak bir müzeye doğru çekiştiriyor, hayır hayır, itekliyordu... Yakamdan paçamdan tutmuş, sürüklüyordu. Önce direndim. Hayır, ‘ben bir hikâye, gerçek bir hikâye okumak istiyorum’ dedim. Bu ‘saf bir genç okuyucu kız’ hayaliydi ve tabii gene Kemal tarafından iğfal edilmesi altıyüz sayfa kadar filan sürecekti. Tüm hikâye, Freudiyen sembollerle iletişim kurmayı seçmiş fetişist Kemal’in, bir gün Füsun ölecek olursa (–ki mutlaka öleceği daha ilk sayfalardan belliydi, sonra Grace Kelly filan gözüme gözüme sokulmuştu bu acı gerçek-) eşyalarını şimdiden toplamış olayım’ fikri etrafında örülmüştü. Füsun’un eşyalarının toplanması ile başlayan gerilim, kızcağızın ölümünden çok önce başlamıştı, ölümünden öne alınmıştı, oysa ölümünden sonra anlamlansalar, hatta kendi minik hikâyeleri ile zenginleşseler bu eşyalar daha iyi olmaz mıydı? Olmazdı! Çünkü özellikle Kemal karakterinde vücut bulmuş anlayışa göre, insanlar arasındaki tüm ilişkiler ‘egemenlik, hegemonya’ ilişkileriydi, obje ve nesne arasındaki ilişkiydi, aktif-pasif ilişkisiydi, bütün-parça ilişkisiydi, sahip-mal, koleksiyoncu-koleksiyon parçası, efendi-köle ilişkisiydi. Freud Efendi böyle buyurmuştu... Marx Efendi de paralel buyurmuştu ama o başka bir bağlamdaydı, neyse....
Önce gene iyi niyetle ve samimiyetle bunun bilmemkaç yılları arası ihtilaller ve darbeler Türkiye’sinde yaşanan aşk, pis terbiyesiz, sınıflı kavgacı, bir de utanmadan müze ve resimden anlamaz Türk toplumu (varsın Uncle Sam’in daha 1930’larda kurulan etnoğrafya müzelerinden haberi olmasın, Ava Gardner’dan sözedilirken Sait Faik, Yahya Kemal ve bilumum müzelerden bahsedilmesin), belirli bir coğrafyada yaşanması mümkün ve muhtemel veyahut mümkün ve muhtemel olmayan aşk hakkında bir ‘tasvir’, bir ‘resmetme’ olduğuna inandırmaya çalıştım kendimi. Şüphesiz, Kemal’in bu ‘sıradan’ hikâyeyi aşması gerekiyordu. Fakat o ne? Hayır. Bakıyorum. Özellikle aşma tarzı ‘itibariyle’ yazarı da cinayetine, bir anlamda ‘tedbirsizlik ve dikkatsizlikle ölüme sebebiyet verme’ eylemine ortak etmiş Kemal. ‘Füsun’u ölüme götüren o başdöndürücü yolun yapı taşlarını koyan Kemal, kendine bir ortak bulmuş. Adamın, durmaksızın rakı içmesinde bir actio libera in causa gizli. Halbuki yazar ne güzel kızcağızla düğünde dansedip dik memelerine bakmıştı. Yazık olmamış mıydı o dik memelere?! Hayır yazık olmamıştı....Bu kızı her biçimde ‘halledip’, 56 model Chevrolet içinde kafatasını parçalayıp eşyaları ile avunmakta, bu eşyaları ‘teşhir’ etmekte ve bu teşhirde ‘batılı bir hikmet’ görmekte fayda vardı. Ana kucağı anal döneminden fallik imparatorluğa ancak böyle yelken açılırdı.
Böylece kitabın son bölümü Kemal’le bir olan yazarın müze tanıtımına dönmüştü. ‘Gel vatandaş müzeye gel, Türkiye hiç böyle müze görmedi. Kitap da bunun için yazıldı zaten, içinde bedava bilet de var, iğfal edilen kızın malları bunlar (bakmayın evleneceklerdi dememize, evlenemeyecekleri daha başından belliydi, trajik bir aşk hikâyesi bu, trajik olmak zorunda, olmadık duaya amin denmez), kapıda bedava şapka, Masumiyet Müzesi T-Shirt’ü, Masumiyet Müzesi alışveriş torbası ve kışlık yakacak kömür de dağıtacağız (parasını Kemal Bey ödüyor)...Biz, Füsun Hanımkızımızın yıldız olma hayallerini kendisine aşık Kemal ve Feridun’un ortak çalışmaları ile batırdığımız ve kızcağızı bunalıma soktuğumuz –ki tabii bunalıma girecekti, hamisi güçlü bir erkek olmadan yola çıkmayı o da göze alamadı haspa!’- ki göğüsleri çok diktir-, bu yüzden öldürdük zaten... Bu arada sizlere yetmişli yılların (o yıllarda bilir misiniz ki bu ülkede müze filan yoktu!) melodram havasını koklattık ve azami hızla ilerleyen hüznü sarkastik bir vitese taktık ki hafife de alabilin konuları...yani sonra hemen müzeye gelin...aaa anne bak, Füsun’un küpesi (hatta bak 56 model Chevrolet -bindokuzyüzseksenbeş yılında hala tıkır tıkır maşallah çalışıyor ve utanmadan çınar ağacına toslayabiliyor hem de 105 kilometre saat hızla, kırkbir kere maşallah bu Chevrolet’ye-), annee bak, Chevrolet üstündeki Füsun’un kafatası kemiğine, oğlum bakma o tarafa orada kan var)....Müzede kalabalık istemediğimizi defaatle ifade etmemize rağmen hala öbek öbek geliyorsunuz, behey ilkokul öğrencileri sizde hiç utanma sıkılma yok mu? Hadım edilmekten bu kadar mı korkuyorsunuz? Kalabalık istemiyoruz, müzenin havası bozuluyor, şaka şaka...istiyoruz.’
Bu romanda Orhan Pamuk’u gene büyük bir yazar yapan bir şey var. Sevdiğim yazarlardan biri yapan bir şey var: “Sonuna kadar giderek” iğfal edilmeme rağmen teslim ediyorum: Havada belli belirsiz asılı olanı kavrayıp gözlerimizin önüne sermesi, küçük konuşmalarda (small talk) büyük ve anlamlı olanı resmetmesi, büyük ve anlamlı olanı, hiç aramadığımız ya da aramak istemediğimiz yerlerde köşeye sıkıştırması, insanın içini acıtan hüznü sarkastik bir makama dökerek bir anlamda sinir bozsa da öte boyutlarda bu hüzne ortak olabilme imkanı sağlaması. Ben bu hüzne, iğfal edilme pahasına ortak oldum ve bundan şikayetim yok. Çünkü her kadın gibi narsist olmam değil, mazoşist olmam beklenir... ve Füsun’un acıklı hikâyesini, “dansöz seyreden” her “mazbut” kadın gibi ortada hiçbir mesele yokmuş gibi seyretmem beklenir. Ama bu, beni iğfal ettiği ve bir müzeye doğru sürüklediği gerçeğini değiştirmedi. Çünkü, ortada, Kemal’in tutkusunun “kurbanı” bir kız var. Bu aşkta en fazla acı çeken Kemal’miş gibi gösterilmesine karşın, “kurban” Füsun.
Bazı temel karakterler hakkında fikirlerimi yazmama da izin verin lütfen (hepsi hakkında yazamam, sinirlerim kaldırmıyor):
Kemal: Bu adam yazarı suç ortağı yapmak isteyen ve bunu başaran fetişist bir katil. Yoğun bir kastrasyon korkusu var. Türkiye’nin pis rezil, terbiyesiz, aşağılık kargaşa ortamında zengin olmak bunda bir travma yaratmış... Annesinin ve tabii Füsun’un da tabii pipileri olmadığı için Füsun çevresinde bir eşyalar dünyası yaratması gerekiyor, artık yeterince eşya biriktiği için, Füsun’dan kurtulması gereken yazarın aklına uyup kızı Avrupa’ya götürmeye kalkıyor, bilemiyoruz belki de yazar, Kemal’in aklına uydu; Füsun’cuk da mecburen Edirne’nin ötesini göremeden hemen –zaten kadınlar araba kullanamaz, Türk erkekleri kullandırmaz- kullanamadığı arabaya atlayıp ölmek zorunda. Ayrıca 1985 yılında 56 model Chevrolet’le ölecek kadar da çağın gerisinde bir kurban bu kız. Kadının hakikaten adı yok... Pis rüşvetçi trafik şubesi. Ama aptal Füsun. Sarhoş araba kullanmayı niye beceremiyor mesela değil mi? Yo. Bence öç almak için intihara kalkışıyor ve başarıyor. Fakat yanında Kemal’i de sürüklemek istiyordu, onu başaramadı. Bir kadının elindeki tek silah olan otomobili (ki sarhoşken bile (!) kullanamayacağı için bu otomobil bir silaha dönüşür) yeterince iyi kullanamadı...
Füsun: Fakir olduğunu yazar iddia ediyor ama ben fakiri, para sıkıntısı yüzünden yaşamsal gereksinimlerini gideremeyen kimse olarak bilirdim, bu kız orta halli görünüyor, para sıkıntısı sonradan Kastelli yüzünden çıktı. Füsun’un babası öğretmen, Füsun üniversiteyi kazanamadı. Üniversiteyi niye kazanamadı? Aşık olduğu için mi, “fakir” olduğu için mi, akılsız bir kızcağız olduğu için mi, tarihin o coğrafyasında o şerait içinde doğmuş olduğu için mi tam olarak açıklanmıyor, Füsun’un matematik zekası da tartışmalı (bu zaten tabii bütün kadınlar için tartışmalı bir meseledir!). Füsun, Kemal’i sevip sevmediği, seviyorsa ne için sevdiği belli olamayacak kadar küçük yaşta çok güzel bir kız, Kemal’le yatmış bulunduğu için “hayatı önce yarı-kararıyor, sonra da artist olması ile aşık olması arasında bir seçim yapamadığı için tam-kararıyor” (Bu kısım, romanın Türk filmi alt-kurgusuna ait). Suçu Türk toplumuna ve bu arada Kemal’e atan yazar ya da kendi kendine atan Kemal (aslında yazar bir ahlakçı olmadığı için (!) suçlu aramıyor, hikâyenin müzesi kurulacağı için, hikâyenin gerçeği ile çoktan uzlaşmış, hatta bu hikâyeye “bayılmış durumda”) Füsun’u kasten ve taammüden öldürmek suçundan kurtulurum sanmasın lütfen. Kemal sürekli içiyor. Füsun da Kemal de zaten sigara yüzünden kanser olup nasılsa 2008’e gelemeyeceklerdi. Bu şekilde mutsuz olup ölmeleri iyi olurdu. Fakat Kemal 62 yaşında ölüyor. Bunun tahlilini sonra yaparım. Neyse... Füsun arada sırada kendinden hiç beklenmeyecek kadar büyük laflar ediyor. Çünkü o gerçekten böyle laflar edebilecek kapasitede ama Kemal mi artık bilmiyorum yazar mı, bırakmıyor, durum bilmemkaçıncı sayfadan sonra karıştı...Neyse... Füsun da yazara olan nefretini ve hıncını Kemal’e yöneltiyor. Tersi de geçerli olabilir. Artist olma hayalleri ile Kemal’in aşkına yanıt verme (ya da kendi aşkını bulma) arzuları arasında sıkışıp kalınca mecburen Kemal’i hem kendinden hem de canından mahrum etmeye kalkıyor (bu arada hem sarhoş hem de dersini bilmiyor, çünkü televizyonun üstündeki karakulak köpeğin artık canından bezip –ya da yazar tarafından cebe indirilmekten korkup- E-5 yollarına düşeceğini ve önüne çıkacağını bilmesi gerekirdi). Tabii güzel bir kadının aniden ölmesi dünyanın en şiirsel, en poetik teması olduğu için (Edgar Allen Poe) ölmek zorunda kalan Füsun oluyor. Ölüm anına kadar “too cool to be true” dedirten bir karakter olduğu için ölümü insanda geçici bir rahatlama, sonra da yazara karşı bir hiddet duygusu doğuruyor. Fakat bu hiddeti uzatmıyorsunuz, yoksa mazallah Kemal sizi de öldürüverir. Hadım edilmekten çok korkuyor. Ayrıca yeterince eşya da toplamış durumda. Bu eşyaları ağzına sokup durması hayra alamet değil. Anal dönemden çıkıp, fallik döneme geçiş yapması an meselesi. Ve mutlak-fallik bir Türk erkeği hemen korkutur ona göre...
Sibel: Bu kızcağız Sorbonne mezunu, çok tutarlı ama özgüveni fazla yüksek. Sorbonne’da boşa okumuş, hemen iyi bir koca bulup evlenmek bunun da niyeti... Okumakla adam olunamadığı gibi “erkek” de olunamadığı ortada. Puşt puştluğunu karı karılığını gösterecek... Sibel, Kemal’i “adam ederim” sanıyor, bu arada bunun da bekareti gitmiş bulunduğu için elinde fazla bir kozu yok. Aklında daha kitap yazılmadan önce müze kurmak bulunduğu için bu müze uğruna karşısına çıkan her karakteri paramparça edecek tahrip gücü yüksek bir adam bu Kemal (kim? C’est kim?) Bence Sibel ucuz kurtuluyor ya da hemen yüzüğü iade etmekle akıllılık yapıyor. Yüzüklerin hanımkızlığından vazcayıyor. Varsın evlendiği kişi eski zampara haline dönsün. Sibel, iyi bir briç oyuncudur, nasılsa vakit öldürecek başka bir uğraş bulur (bunlar benim tahminlerim).
Nesibe Hala: Çok iyi bir kadın ve tabii kızının iyiliğini istiyor. Ama o iyilik bir şeytan, müze için herşeyi göze alan bir katil, farkında mı? Cinayetine “Türk toplumu ve memleketin içine sürüklendiği o karanlık ortam” süsü verecek kadar sinsi bir katil.
Tarık Bey: Karaktersizlikten mi yoksa alçakgönüllülükten mi yoksa nedendir bilinmez bir şekilde olanı biteni görmezden geliyor ve bu nedenle kalp krizi geçirerek yazar tarafından o da öldürülüyor. Yoo belki yazara bulaşmadan eceliyle ölmek isteyen akıllı bir karakter o. Oysa Kemal’i baştan kapı dışarı edebilme cesaretini gösterse idi kızının canını kurtarabilirdi. Bu sessiz sedasız pasif babalar son yıllarda Türk dizilerinde de boy gösterir oldular. Canımı sıkıyorlar. Ayrıca bazı yazarların öğretmenlerle sorunu var gibi, hep öğretmenleri olduklarından yoksul, cahil ve pasif gösteriyorlar. Öğretmenler farklıdır oysa, hele hele hikâyenin geçtiği dönemde yaşını başını almış Tarık Bey’in, Cumhuriyetimizin ilk öğretmenlerinden olmadığı, köy enstitüsü kökenli olmadığı veya Öğretmen Okulu mezunu olmadığı ne belli? 1975 yılında Tarık Bey yaşındaki bir öğretmenin, yazarın sandığı kadar pasif ve yazarın anlattığı kadar cahil olduğuna inanmak istemiyorum. O dönemde öğretmenler Amerika’ya gitmemiş de olsalar, Amerika haritasını gözü kapalı çizerlerdi... Suspention of disbelief’e tutuldum bu noktada....Yoksa Tarık Bey “ben en iyisi ecelimle öleyim bu yazara bulaşmayayım” diyecek kadar akıllı bir öğretmen mi?
Kemal’in Annesi (ismini şu anda unutuverdim, bilinçaltımın bir oyunu bu bana): Tüm bu felaketin sorumlusu aslında bu kadın, bakmayın siz... Nedenini uzatmayacağım. Yeterince açık değil mi? Kontrolcü, özsever, cezalandırıcı, hadım edici bir anne figürü. Bu figürler, zaman zaman narsist, zaman zaman da fetişist evlatlar yaratırlar (Freudiyen yaklaşıma göre doğallıkla). Neticede nevrotik çocuklar yaratırlar. Borderline’a varacak derecede nevrotik!
Kitapsever bir Amerika’lı veya Alman veya İtalyan: Bu hem gizli bir karakter, hem de hatırı sayılır bir okuyucu. Kitap onun için (de) yazılmış. Arada, hatta sık sık, kendisine doğrudan hitap ediliyor ve kısa pantolonlu Türkiye bilgileri sufle ediliyor ki, okuduğu şeyi iyi anlasın. 1974 yılı ile 1985 yılı arasındaki son Türkiye dedikoduları buna hitaben yapılıyor. Bu karakter çok sinirimi bozuyor. Hiç ölmüyor, bu karakter bir zombi. 1984 yılında annemin maharetle ve kıvrak manevralarla kullandığı son model otomobilimizle (babam onun sağında oturuyordu) tüm güney sahillerinde dolaştığımızı, annemin özgüveni yüksek bir aydın olduğunu ve o sırada bir sürü müze gezip çok sayıda turistle karşılaştığımızı (onüç yaşındaydım ve iğfal filan edileceğim yoktu) bu karaktere anlatabilmek ve bu yolla “ulusal gururumuzu” Masumiyet Müzesi’nden kurtarmak isterdim... (Pars Nesrin’in notu: Umarım benim de utanmadan zaman zaman yaptığım şakalarla gerçekler karıştırılmıyor!)...
Karakterler konusunda uzatmak istemiyorum. Bir sürü insan var. Bunları tek tek ele alamam. Zaten başım ağrıyor ve bunaldım. Bir kitap tarafından iğfal edilmiş durumdayım.
Kitap, yazarının hiç de masum olmadığı, “müze kurmak” saiki ile alkolü kötüye kullanma üstadı fetişist zengin bir adama “artık herhalde mecburen aşık olan” son derece güzel ve dik memeli ve dikkati çekecek kadar güzel memebaşlı bir kızı kasten ve taammüden öldürdüğü, öldürdükten sonra da maktülün eşyalarını –batılılar gibi mağrurca- sergilemeye yelteneceği Türk filmi hakkında bir Türk filmi hakkında bir Türk filmi hakkında bir Türk filmi hakkında bir Türk filmi...............n. Bende yarattığı “çağrışım”ları şöylece bir sıralamak isterim:
1. Hayallerim, plastik aşkım, annemde eksik olan şey ve müzem
2. Travma sonrası stres rahatsızlığı yaratan Türkiye ortamında aşk (kolera günlerinden hallice)
3. Çocuk Kemal’in arzularını ölümcülce gidermesi için kontrol etmeye çalıştığı bir anne figürü olarak Füsun, bu arzuları gideremeyeceği anlaşılınca öldürülen obje olarak Füsun. Anne katilliği (Amerikan sapıkları arasında hayli yaygındır, yazar şu sıralar onlara karışmış olarak yaşamını sürdürmektedir!).
4. Füsun’un müzeleştirilerek nihai çözüme ulaştırılması, (“bak gör kızım ‘sonuna kadar gitmek’ böyle olur işte!’)
5. Hadımlar Müzesi
6. Kayıp Küpe motifi: kulak memesi, ana memesi ve pipi sembolü olarak önemli...
7. Bizi hem gerçeğe götüren hem de dayanılamaz ve katlanılamaz gerçeği bizden gizleyen bir obje olarak Füsun ve Füsun’un eşyaları
8. Kemal’in (c’est kim?) hem fantazisine inanması hem de onun bir fantazi olduğunu bilmesi (ki fetişistlere özgü bir durumdur, müzecilikle ilgisi yoktur. Ayrıca bu fantazi pekala bir “roman” yani aman Allahım işte bu “roman” da olabilir. O bakımdan romanın imkânsızlığı fikrinin ortaya konması. Bu fikre, yazarların olgunluk dönemi eserlerinde, doygunluktan kaynaklanan bıkkınlıktan olsa gerek sıkça rastlanır...
9. Çöp evlerden çıkan tarihi şahadetler ve içindekilerin orta yerde yakılmaktan Masumiyet Müzesi sayesinde kurtuluşu.
10. Kitabın çok derinlikli dokunmadığı ama akla getirdiği konular: Müze felsefesi, müze ideolojisi, gerçeğin belirli bir ideoloji çerçevesinde yeniden üretilmesi (uydurulması) aracı olarak müzeler, çoğu müzede bulunan eşyaların ahlaka aykırı olarak toplanmış olması meselesi (savaşta, aşkta ve kumarda!), teşhircilik ve çöp toplama ile müzenin farkı, arşivcilik ve müzecilik arasındaki farklar ve ayrıca Jacques Derrida; Arşiv Ateşi kitabı
11. Jeremy Bentham’ın Panopticon Hapishanesi (tutsakların hepsinin bir yerden görünebileceği hapishane) tahayyülü ile müzeci Kemal Bey’in aynı şeyi Masumiyet Müzesi’ndeki eşyalara yapmak istemesi. Michel Foucault’da Panopticon konusu. Ve ayrıca Kemal’in gestapo edası ile, bu eşyalara ve bu arada Masumiyete “Allah rızası için” kaçış fırsatı vermemesinde somutlaşan hepsini bir noktadan görmek istemesi konusunda düşünceler.
Eline sağlık “Orhan Bey”. Beni düşündürdün ve duygulandırdın, Allah da seni düşündürsün ve duygulandırsın! Müzeye gitmeyeceğim. Bana öldürdüğü maktulenin eşyalarını sergileyen manyak bir katilin müzesi gibi geliyor. Fakat belli olmaz, travmamı atlatabilirsem gelirim belki. O zamana kadar isteyene biletimi verebilirim (mecburen kitapla birlikte, çünkü kitap sayfası yırtmayı sevmem-onu kütüphanelerde ve kuafördeki magazinlerden bazı ilgnç sayfaları edinmek istediğimde yaparım). Ama ya gitmek istersem sonra? Ne yapalım, parası ile değil mi olur o zaman. Ödeyip gezerim. Artık bir roman mümkün müdür acaba? Gerçeğe bu kadar gereksinim duyduğumuz bir çağda, gerçeği aramaktan vazgeçmiş, kurmacasının gerçeğini, gerçeğin kurmacasına alet etmiş bir romana gereksinim var mı? Edebiyatta masumiyet çağının geride bırakılmasından hiç de memnun değilim ama bu durumu –kendisini de masum olmayanlar içine katarak- bu kadar gerçek bir şekilde resmeden bir yazara da hayranlığımı gizleyemem. Bu hayranlık, lütfen aşırıya alınmasın hemen... Yazarın da erkek fetişizmine ve voyeurizmine ortak olduğunun açıkça belli olduğu son kısmı hiç beğenmedim. Ama ayrıca o son kısım işin vahşetini iyiden iyiye açığa vuruyor.”
Bu roman bende, “bir eseri sevilmeden de okutmayı ve bitirtmeyi başaran bir yazara selam söylemekten başka ne çarem var” duygusu yarattı. Niye sevmedim: Masum değil. Gerçeği aramaktan vazgeçtiği için yalancı mı yoksa dürüst mü tartışma götürür. Niye sevilmeli: Masum olmadığını gözümüzün içine içine soktuğu için gerçekçi. Ama Müze ile başlayan gerçeklik, romanı “karartıyor”... O müzede aşk yok. Cinayet var. Aşkla birlikte, aşk için, aşka dair bir cinayet var.Yazarın bu fallik döneminde mecburen iğfal edilmesi gereken okuyucular var.”
Görülüyor ki, modern ve feminist eleştirmen bu kitaba az çok hiddetlenmiş! Biraz sakinleşmesini umup biz kendi okumamıza geçelim...
Bizim Okumamız (c’est gerçekten moi olan moi’nın okuması)
Birkaç günlük “cooling off” döneminden ve yazarın romanı hakkındaki -samimi olduğuna inandığımız- açıklamalarını okuduktan; romanı, -öyle bir şey yok ama eğer olsaydı edinebileceğimiz türden bir- “objektif” gözle yeniden değerlendirdikten sonra ikinci “okumaya” geçiyoruz:
Şüphesiz, yazarın, müzesini “tanıtması” en doğal hakkıdır. Bununla birlikte, bizim de o müzenin ve müze ile bağlantılı hikâyenin ne anlama geldiğini sorgulama hakkımız olmalıdır. Müze, bir “hatıra evi” olarak, ticari bir “ortam” değildir. Müze, geçmişi başka bir düzlemde, başka bir zamanda yeniden kurgulayan ve gerçeklik hakkında bize bir yorum alternatifi (kurucusunun yorumunu) sunan bir mekandır. Masumiyet Müzesi, romanımızın geçmişinden neler sunacak bize henüz bilmiyoruz, belki müzenin “felsefesini” bilse idik daha iyi olurdu ama müzenin bizim romanımızı, sanatın estetik gerçeğini, bir mekanda donduracağı mı, yoksa kitap ile mekan arasında bir ebedi-iletişim kanalı kurup bize karşı karşıya konulmuş iki ayna ortasında durduğumuz hissini mi vereceği henüz belli değil... Müzeyi henüz görmedik. Romanla simbiotik ilişkimizin arasına artık müze de girdi. Üçlü bir ilişki şart oldu!
Müzenin, kitabın satışını “tesadüfen” arttıracak olması, kitabın hikâyesinden bağımsız da olabilir olmayabilir de... Elimizde, kurmacanın, gerçeğe “alet” edildiği bir eser de bulunuyor olabilir, gerçeğin, kurmacaya alet edildiği bir eser de... Kitabın, hakkındaki bu müze sayesinde “pazarlanmasında” yanlış bir yan görmüyorum. Tat Konservesi pazarlanabiliyorsa, sanat da pazarlanabilir... Sanat eseri de alışveriş nesnesi bir “eşya”dır. Sanatı satanlar vardır, alanlar vardır. Sanat eseri olan romanın, bir “ürün” olarak, hikâyesi ile birlikte pazarlanılageldiğini zaten biliyoruz... Günümüzün “ölümlü” dünyasında, eserini “exclusive” bir restoranda sergiletmemeye karar verip milyonlarca doları reddedebilecek Marcus Rothkowitz’lere sık sık rastlamak bir hayal olarak kalacaktır.
Yine de sanat, ürün-varlığından soyutlanabilmesi nedeniyle epriyip gitmeyecek bir “değer” değil midir? Üründür ama şüphesiz, aynı zamanda büyük bir düşünsel-manevi değerdir. Annemizin elmas yüzüğü çok para ediyor olabilir. Ama o “annemizin” yüzüğüdür...
Sanat, hikâyesi ile birlikte ya da hikâyesinin parçası olarak pazarlanırsa ne olur? Yani, annemizin yüzüğünü, annemden hiç sözetmeden, elmas yüzük olarak satmıyor, “bakın bu benim ‘annemin’ yüzüğü, hem de ‘elmas’” diye satıyorsak ne olur? İşte, bu romanla açılan tartışma konularından biri budur. Bazı eserler, büyüklükleri (annemin yüzüğü olmaları) sayesinde kendilerini “T-Shirt” olmaktan kurtarabilmiştir, yani başka bir “ürünün” bir “ikame ürünün” altında ezilmemişlerdir. Annem, elmas yüzükten kurtarabilmiştir kendini! Anna Karenina’nın filmi de, T-Shirt’ü de, kuklası da Anna Karenina’yı aşamaz. Elmas, “annemi” ezemez... Annem, varlığından soyutlanan bir manevi değer simgesidir: Yaratıcı sevgi ve bağlılık. Elmas, varlığından soyutlanamaz. Annem, elmastan çok daha “forever”dır... En azından “anne” ya da “baba” imgeleri böyledir.
Peki Masumiyet Müzesi, müzesinden kurtarabilecek mi kendini? Yoksa, müzesiyle birlikte “okunması” gereken “karışık bir sanat”, farklı bir sanat formu olarak mı anlaşılacak gelecekte? Bu sorunun yanıtını zaman verecek sanırım. Müzenin kendisinin ticari bir “meta” olmaması, bizi iyimser bir geleceğin beklediğine işaret edebilir. Ama şimdiki zaman açısından yapılması gereken bazı tahliller var. Şimdiki zamanda o müze, annemizin elmas yüzüğündeki elmasa karşılık geliyor olabilir. Elmas olması, şüphesiz, yüzüğü elden çıkarmamızı kolaylaştırıyor. Bu nedenle Annemiz “değeri”nden bir şey kaybediyor mu? Sanırım. Şimdiki zamanda, müzeyi gezecek kalabalıklarla “annemizin yüzüğünü” seyretmek, hoşumuza gitmeyebilir! Gelecek zaman, henüz gelmemiştir. Gelmediği için nasıl gelecektir, bilemeyiz!
Füsun’un ölümünde Kemal’in dahli olsa da, hiç olmaz ise yazarın dahli olmasa daha iyi olmaz mıydı? Yazarın, trajik ölüme karşı geliştirdiği (salt kurmacasal değil, artık gerçek düzleme geçecek biçimde katılaşan) müzecilik-tutumu ne anlama gelir? Salt kurmacasal boyut açısından durum, toplumsal olarak anlamlanan bir trajedi olarak anlaşılabilir. İşin, Anna Karenina’lılığı belki bu noktadadır... Şüphesiz Anna Karenina gerçek bir kahramandır, Füsun ise bir kahraman, ancak kurbanlığı, kahramanlığının önüne geçen bir kahramandır. Fakat bu karşılaştırma ayrı bir makale konusudur.
Salt kurmaca düzleminde kalınsa idi hem Kemal, hem de yazar, bir katil olmaktan kurtulmazlar mıydı? Ama artık, müze ile “gerçekleştirilen” düzlemde yazarın bu “ölümle” ilişkisi sorgulanmak zorunda değil midir? Şüphesiz öyle ya da böyle müze kurulduktan sonra Füsun’un ölümünde yazarın dahlinin olmaması, imkan ve ihtimal dahilinde değil. Özellikle Kemal’in alkolü kötüye kullanan bir karakter oluşu da değerlendirmeye katılmalı kanısındayım. Örneğin, artık istediği kadınla birlikte olmaya, onunla evlenmeye karar verdikten, yani kendi mutluluğunu, özgür iradesi ile kendi seçtikten sonra neden hala binge drinking’e devam ediyor? Yoksa gene de içinde bir rahatsızlık mı kaldı? Bu kere annesini memnun edememenin, üzmüş olmanın sıkıntısını mı yaşıyor? Kemal sekiz yıl içinde “dantela gibi ördüğü” “yazgı” yüzünden Füsun’un ölümüne yolaçmışsa Kemal ile rol değiş tokuşu yapan yazar bu değiş tokuşu niye yapıyor o zaman? Kemal ile özdeşleşmek istemiyorsa neden? Kemal’in egosu bir gemi omurgası kadar güçlü! Aksi geçerli olsaydı, “aşağılanma” saydığı bir takım olay ve durumlara o kadar büyük bir dirayetle katlanamazdı. Ya Füsun? Onu tanıyamıyoruz. Yazar, fırsat vermiyor. “Erkek”, bu kere de fırsat vermiyor. Şüphesiz aynı erkek, zenginliğini kullanarak, yani bir nev’i, zengin olduğu için Keskin’lere o kadar uzun süre ve sıklıkla konuk olabiliyor. Keskin’ler hem mütevazı hem de Kemal’in gücüne yenik. Onun varlığı ile “onurlanıyorlar”. Kemal, Keskin’leri eziyor. Bunu türlü manevralarla yaparken, vicdanı sızlamıyor, aşkı var ve o aşk “yeter”. Aşkı için kadın kesen bir kısım Türk erkeklerinden farkı yok. Yazar, bu Türk erkeğini iyi resmetmiş. Türk kadınını da iyi resmetmiş. Neticede o kadın, azıcık daha çalışıp da üniversiteyi kazanayım demiyor, hemen bir zengin akraba bulmuş, aşık olmuş, evet aşık, ezik, evet ezik, ezik ama aşık olduğu adama gizliden gizliye kin tutarak, artist olmayı hayal ediyor. Paralize olmuş bir kadın. Kararını ancak, Feridun denen kocadan “hayır gelmeyeceğini” anladığı zaman verebiliyor.
Romanda ima edilen bir başka iddia daha var: “Aşk, açıklanamaz, nedeni tahlil edilemez bir insani durumdur. Aşk, kişiyi türlü türlü aşağılık durumlara sokup, özbenliğinden uzaklaştırır” biçimde özetlenecek bu anlayışı yazar da verdiği pek çok röportajında açıkça yineledi. Bu anlayışa, bir durum tespiti olarak katılsak da, aşk-içine-düşme-durumunun, bir nedeninin olamayacağı fikrine katılmıyoruz. “Genler, kimyasallar vs. kontrol edilemez güçler” konusundaki tartışmaları bir tarafa bırakalım. Bizim feminist okumamız, aşk konusunu, sadece tezahürleriyle değil, nedenleriyle didiklemeyi gerektiriyor. Çünkü bu aşkın sonunda ölmek zorunda kalmış bir kurban var ve biz, bu kurbanı, ölüme götüren sürecin nedenlerini bilmek ve bulmak zorundayız. Bu çerçevede, yaşamanın “iyi” bir durum, ölmenin ise “kötü” bir durum olduğu varsayımından hareket etmek zorundayız çünkü feminizm ve benzeri düşünce, olgu, akım ve hareketler, “yaşamı” olumlayan bir zeminde yürütülmek zorundadır diye düşünüyoruz. Yine, kurban olmakla geniş anlamda “şehit olmak” arasında da önemli bir fark gördüğümüzü ve bu farkı burada irdelemeyeceğimizi bir not olarak düşelim.
Füsun “ezik bir kurban” dedik. Bu nedenle, gerçek bir kahraman değildir. İntihara benzer bir eylemle ölmüş olsa ve azıcık “martrydom“a benzer bir davranışla yaşamı sona ermiş olsa da. Örneğin Anna Karenina da öyle ölmüştü ama Anna Karenina gerçek bir kahramandır (ayrıca kont Vronski’den yaşça büyüktür ve bu durum bir güçler dengesi unsuru olsa gerek!). Yazıldığı dönemde umutsuz bir „otonomi“ arzusuyla yanıp tutuşan Anna Karenina karakterinin intiharının bir „başarı“ mı yoksa „başarısızlık“ mı olduğu hala tartışılagelmektedir ama Füsun bir kahraman olsa da kurbanlığı, kahramanlığının önüne geçen bir kahramandır. Bu karşılaştırmayı ilerletmek ayrı bir makale konusudur.
Kemal’in, “kurban” felsefesinde, Füsun’un kurbanlığının “gerekçesi” hazırlanmıştır: “Çok sevdiğimiz ve bize ait olan bir şeyden, mutlak güce itaat adına vazgeçebilmeliyiz” mealinde açıklanmıştır bu “felsefe”. Yani, Füsun’dan vazgeçen “Kemal”dir. Füsun, intihar etmiş gibi ölse de, yazar, Füsun’dan vazgeçmiştir. “Çok sevdiğimiz ve bize ait olan bir şeyden, mutlak güce itaat adına vazgeçebilmeliyiz.” İkinci plandaki mutlak güç, sanat olsa gerek...Yazar, Füsun’dan “müzesi” adına vazgeçmiştir bir anlamda. Ancak, kurban felsefesi ile uzlaşamayan okuyucularına daha sağlam gerekçeler sunmaya çalışmamıştır. Çok sevdiğimiz ve bize ait bir “şey”. Bugün artık, İbrahim’in oğlunun bile, İbrahim’e ait bir “şey” olup olmadığı tartışmalı iken Füsun’un da “Kemal’e ait bir şey” olmadığını kabul etmek gereklidir. Ama maalesef Füsun, öyle bir “şey” olup çıkmıştır, hatta yazara ait bir “şey” olup çıkmıştır.
Freud, Çinlilerin bir adetinden sözeder. Kadının önce ayağını keserler sonra da bu ayağa tapınırlarmış. Bu, özellikle, baba figürü ile özdeşleşen bir fetişizm türü olarak, kadına, hadım edildiği için teşekkür etmek manasını da taşırmış bir anlamda. Yazar, romanla öldürdüğü Füsun’a öldüğü için teşekkür mü ediyor müzesi ile? Çaresiz bırakılmış bir kadının “tapınağını” mı kuruyor? Bu açıklamalarla yazarın kötü niyetini ispatlamış sayılmasak da müzeyi kuranın bir erkek olması, şüphe yaratıyor.
Peki, yazarın, romanın müzesini kurması, romandan ayrılmaktan, romanı okura teslim etmekten korkuyor olmasına mı yorulmalı? Yazar, annesi yokken anne niyetine sarıldığı Tedy Bear’inden, oyuncak ayıcığından bir türlü ayrılamayan bir çocuk gibi, romanından bir türlü kopamıyor mu? Romanı da mı fetiş objesi yaptı? Romanın büyüsünü, masumiyetin gömüldüğü bir ölüm müzesinde, bir mozolede sürdürmek mi istiyor? Şüphesiz ayıcık, anne sevgisinin sanal bir uzantısı, bir yedeğidir. Ayıcık, çocuğa bir yakınlık hissettirir. Anne, çocuğun yanında değildir, ayıcık ise annenin yakınlığını taklid eden bir nesnedir. Çukurcuma’daki Masumiyet Müzesi, yazar için böyle bir sevgi taklidi olabilir mi? Ya bizim için? Bizim için romanın kurmacasal gerçeğini tekrar tekrar akla getiren, bir anlamda bize travma-sonrası-stres-rahatsızlığı yaratan bir taş-yapı olmayacak mıdır o müze? Travma nerededir? Travma; romanımızın, yazar tarafından elimizden zorla alınmış olmasındadır. Yani benim Tedy Bear’imi benden alan bir başka çocuk var burada. Benim ayıcığım, gerçeğe dair sırları sanat yoluyla, estetik bir dille anlatan bir hikâye... Yazarın yeni ayıcığı ise, benden çaldığı ve müzesini kurduğu roman.
Her roman okuru, romanın bir kurmaca olduğunu bilir ama yine de onu “gerçekmiş gibi” okur. Bu anlamda, roman da gerçeğin “gerçekmiş gibi” algılanması, yani bir anlamda inkarcı fetişistlerin çoğunda olan, örneğin çocukluk çağlarında pek çoğumuzdaki “sağlıklı fetişizmin bir örneği olan”, ayıcığımızın “annemiz” yerine kullanılması gibidir. Bu durum modernist romanda dahi vardır. Modernist metinler, hatta absürdist metinler bile kendi kendilerine gönderme yapsalar da bu gönderme, özellikle kurulu-düzen eleştirisi olarak anlamlanabildiği için ayıcıklık niteliklerini korurlar. Hikâye-ayıcıklığından çıksalar da etik-sorgu-ayıcıklığı mertebesinde anlamlanırlar.
İncelenen roman açısından, müzenin kurulması sayesinde kurmaca olan bir romanın kurmaca kahramanlarının, özellikle Füsun’un eşyalarının ve diğer eşyaların hakikaten-“gerçek”leştiği düşünülebilir mi? Hayır düşünülemez. Eğer psikozlu değilsek, Füsun’un tarağı ya da ayva rendesi olarak sergilenecek eşyanın, romanın içinden çekilip çıkarıldığını düşünemeyiz, fizik olarak mümkün değildir bu, o eşyalar, hiç alakasız başkalarının eşyalarıdır (yine de burada bir çekince notu düşelim, müzenin, sözkonusu eşyaları, hangi imlerle sergileyeceğini bilmiyoruz...belki eşyanın altındaki ya da üstündeki açıklama yazısında Füsun’un “şey”i denmeyecek, Masumiyet Müzesi’ndeki Füsun’un “şey”i denecek...)
“Gerçekmiş gibi” yaşadığımız roman ile içindeki eşyalar açısından değil de, salt yapısal olarak hakikaten-“gerçek olan” müzenin arasındaki ilişki nasıl bir ilişki olacaktır öyle ise ve bu ilişkiyi kuran bağ ne olacaktır? Kanımızca bu ilişkiyi kuran bağ, “Füsun”dur. Füsun’un yazar tarafından öldürülmesidir. Füsun, romanın içinde “gerçek gibi olan biten” kurmaca olaylar sırasında eşyaları zaten fetiş olmuş bir kimsedir. Bu çerçevede “kimse” kelimesini, artık her hangi bir kadın olarak tanımlıyoruz. O kızdan çıkan kadın, gerçek gibi olan kurmacada ölmüştür. Hangi psikanalitik okulun öğretisi kabul edilirse edilsin, psikanalitik bir açıdan bakıldığında Füsun’un ölümü ile (yani -olması gerekenin tersine, babası tarafından değil de annesi tarafından hadım edildiği için artık babası ile özdeşleşen- bir zihniyet tarafından öldürülmesi ile-) ilgisiz, sevgisiz bir anne sembolünü andıran Füsun’un hadım edilme süreci nihayete ermiş görünmektedir. Gerçek babası trafından değil de toplumsal ve soyut bir baba diliyle konuşan gerçek annesi tarafından hadım edilmiş, gerçek anne sevgisini tatmamış bulunan fetişist erkek-zihniyet, bu hadım edilmeye karşı vereceği cevabı artık, anne yerine koyduğu nesneye, Füsun’a yansıtmıştır.
Ancak Füsun’un hadım edilme sürecinin son noktası henüz konulmamıştır (bu çerçevede biraz da Lacan’cı yaklaşıma kayılarak kadınların da fallus’larının olduğu ve pekala sembolik olarak hadım edilebileceklerini düşündüğümüzü belirtelim). Şimdi bu “kurbana” “etkisiz” olduğu için teşekkür de etmek gerekmektedir. Bu süreç, bizim okur olarak yaşadığımız “gerçeklik” duygusu, yani “romanı gerçekmiş gibi yaşamak duygusu- “pahasına” gerçekleşmiştir. Yani, bizim elimizden ayıcığımız alınırken, yazar, kendi ayıcığını, “romanını”, gerçekmiş gibi sürdürmekte kararlıdır. Bizim romanımız bizden yazar tarafından “çalınmış”, bizim sağlıklı fetişizmimiz, yazarın sağlıksız “fetişizmine” kurban edilmiştir. Öyle mi? Olabilir de olmayabilir de!
"Madem ki karanlıklar yıldırımlarla aydınlanıyor, öyleyse sen de söndür ışıklarını artık Nora!" The Glass Menagerie'nin Laura'sından izler bulduğum Füsun'un sıkıştırılıp kaldığı dünyada veya mutlaka sıkıştığını hissetmeye mecbur bırakıldığı dünyada kuş (özgürlük motifi!) resmi çizmesine, çizmek zorunda kalmasına, sonra ölmesine, hiç acımadan, müzesinin kurulmasına içerledim, bu durum beni etkiledi, hem de sinirlendirdi. Canımı sıkan, romanın artık romanlıktan çıktığı, yani müzenin kurulduğu noktada, “ölmüş bir kadının eşyalarının”, o ölümün ne anlama geldiğini sorgulamaya dahi gerek görmeden “sergilenmesi”. Bir anlamda “aşk için(!)” sergilenmesi... ” Kraliyet Ailesi’nin Prenses Diana Müzesi açtığını düşünelim, durumun ciddiyetini anlayabiliriz.
Fakat ahlakçılık pahasına dile getirmek istediğim bazı sorular var. Eser bir saptama mı? Yazar, Füsun’un ölümüne kayıtsız mı? Ona hiç acıdı mı? Yoksa acımadı mı? Çünkü “kazık kadar” Kemal değil, onsekiz yaşındaki Füsun mazlum görünümünde burada.... Eşit olmayan bu ilişkide, Kemal’in sorunu “kendi” psikolojisi ile. Amerika sonrası travmatik bir Türkiye deneyimi, bir tersine-kültür-şoku yaşayıp bir de üstüne annesi ile “çekişmeye” başlaması ile... Oysa Füsun’un sorunu, “varlıklı Kemal” ile. Gayrimeşru güç ile, iktidar ile... Yazar, ölü bir kadını kullanıyor mu? Yoksa kullanmıyor mu? Onun üzerinden “aşk ve bağlılık” müzesi kuruyor mu, kurmuyor mu? Ortada, artık kendine salt bir müzede yer bulması gereken “masumiyet” tartışması mı var? Yoksa, içinde masumiyeti barındıran o müze hiç de masum değil mi? Masumiyet, artık post modern bir müzede sergilenen devrik bir cumhuriyet nesnesi mi? Post modern olmasa kimse masumiyete uğramayacak, uğramıyor artık kimse masumiyete, denebilir mi? Masumiyet, gitgide mazlumiyetle eşanlamlı hale mi geliyor? Yazar, devrik-modern-cumhuriyetten, masumiyetin yokoluşundan, ölü kadının eşyalarının sergilenmesinden memnun mu? Post-modern yeni cumhuriyette, modern-öncesi koşullar yüzünden ölmüş kadını sergileyip metalaştırmaktan memnun mu? Bu bağlamda metalaştırmak, ticarileştirmek anlamına alınmamalı. Ruhun, salt beden olarak ifade edilmesi olarak alınmalı. Estetiğin eski kardeşi iyilikten uzaklaştığı bir çağda, alacakaranlıktan hala çıkamadığımızı, yenildiğimizi, masumiyet cinayetine ortak olarak ve bu cinayeti müzeleştirerek hissettirdiği için feminist okuyucuların moralini bozacak bir kitap. Bir de bunun, onsekiz-yirmialtı yaşlarındaki Füsun üzerinden yapılması, hakikaten tecavüze uğramış bir kızın "içler acısı" hikâyesi gibi iç acıtıcı bir hal. Ve gene ahlakçılık pahasına söylemek istiyorum: O zaman bir "reality show"da mıyım acaba diye düşünmekten alamayız kendimizi. İşte kitabın kadın bakış açısından can alıcı tartışma noktası. Müzesi olmasa idi, sanatsal bir “gerçeği” anlatacak olan bu hikâye, müzesi ile birlikte, farklı bir gözle okunmalı. Yazar, kuracağı müze aracılığı ile, dış dünyada bir başka “gerçek” sahneye koyarak, romanın okurda yaratacağı katharsis duygusunu, arınmışlık duygusunu yokediyor. Ayıcığımızı, elimizden, kesin olarak alıyor... İyi mi yapıyor? Belki de. Zaman gösterecek.
Üçüncü Okuma ve Farklı Bir Boyut: Romanı Okutmada Yazar İktidarı (Mahareti, Ünü) Meselesi ve daha neler
Üçüncü okumada, Füsun karakterine farklı bir duyarlılıkla, onu “mazlumiyeti” müzede sergilenen bir “mazlum olarak” görerek eğilmek istiyorum. Kurmacanın Füsun’u, doğ(a)madan ölen bir yıldız. Bu çerçevede bir soru akla geliyor... Doğmamış yıldızın ölüsünü ünlendiren bir müze kurulursa ne olur? Tolstoy, Anna Karenina’nın müzesini kursa acaba ne olurdu? Sait Faik Müzesi’ni, yazara hayranlık duyarak, onun “iletilerinin” nasıl oluştuğuna yönelik merak duygumuzu gidererek gezeriz. Aynı durum, Atatürk müzeleri için de geçerlidir, Yahya Kemal müzesi için de (Kemal, Türkiye’de benzer müzelerin olmadığını savlasa da benzer müzeler çokçadır, bu da ayrı bir tartışma noktası). Yani, bazı kişisel-müzeler, bir şahsı idealize etmek, onunla özdeşleşmek için kurulur... Peki kim, trajik bir ölümün kurbanı ile özdeşleşmek, onun eşyalarını seyretmek ister? Şüphesiz onu sevenler diye yanıtlanabilir bu soru. Onu özleyenler. Peki Füsun, özlenecek kadar büyük bir derinlikle işlendi mi romanda? Hayır! Peki o zaman? Füsun bir nesne mi? Füsun’la nasıl özdeşleşeceğiz? Onu sevebilecek miyiz? Yoksa ona acımak zorunda kaldığımız için ondan nefret mi edeceğiz? (Benden nefret et ama bana acıma!)
Sevdiklerimizi yitirdiğimizde, kimilerimiz onların eşyalarını saklar, kimilerimiz de o eşyalardan kurtulmaya çalışır. Herkesin yitirmeye ve yasa tepkisi farklı olur. Eşyaları saklayanlar, ayıcığını elinden düşürmeyen çocuklardır. İyi çocuklar. Eşyalardan kurtulmak isteyenler, öyle hiç ayıcığa filan gereksinim duymayan, “kendi ayaklarının üstünde” duran, “yalnız” çocuklardır. Belki de korkak çocuklardır. Belki, eşyanın anımsattıkları ile başa çıkmak zorunda kalmamayı yeğlerler. Belki de basit-eşyanın “ebediliğine”, insanın “geçiciliğine” bir tür lanet okurlar. Belki de o eşyalar, onlarda suçluluk duygusu yaratır. “O öldü de ben neden hayatta kaldım!” gibi bir suçluluk duygusudur bu... Ama masum bir suçluluk duygusudur. Çünkü masumca yaşanmaktadır. Bir üçüncü grup çocuk daha vardır... Hem o ayıcığı parça parça, lime lime “deşen”, hem de onu “kucaklayan”. Kadının ayağını kestikten sonra ona tapınan eski Çinliler gibidirler. Ya da Alman nazilerine benzer bu çocuklar... Cinayetlerini hatırlatmaktan memnun olurlar.... Savunmasızlara “hayranlık duymak”, onları yüceltmek, Üçüncü-Dünyacı batılılarda da sık rastlanan bir duygu durumudur.
Peki, halka açık bir müzeyi gezen kalabalıklar, hangi tip çocuklar olacaktır? Füsun’un Kemal tarafından “çalınmış” mahremiyetini seyrederken ne seyrettiklerini düşüneceklerdir? Sakın, mahkumun idam edilmesini izleyen kalabalıklara benzemesinler? Sakın, bir trafik kazası sonrasında olay yerini gözleyen meraklı kalabalıklar olmasınlar? Bu kalabalıklar, kurban Füsun’un mazlumiyetinden hangi anlamları çıkaracaklardır? Hatırlamak için mi müze kurarız? Yoksa, hatırlamak istemediklerimizi unutturup, salt hatırlamak istediklerimizi seçmece-sergilemek için mi müze kurarız? Kitabın orta yerindeki biletin anlamı ne? Kitabı okuyan, o biletle girdiği müzede hangi tür bir gerçek bulacak? Kitapla (ayıcığı ile) kurduğu yakınlığı başkalarının da “paylaştığından”, memnun olacak mı? Fetişizm, bir basamak yükselerek teşhirciliğe mi dönecek? Benim kitapla yaşadığım mahremiyet, “orta malı” mı olacak?
Anna Karenina, Mona Lisa’dan daha saygın, daha ulaşılmaz, daha büyük, daha derin, gerçek bir kadın değil mi? Anlamak istediğimiz bir kadın... Bize önemli bir mesaj bırakmış olan bir kadın...Trajik bir sonun kurbanı evet ama, Tolstoy’un bir “nesnesi” değil. Oysa, Mona Lisa, Da Vinci’nin bir “nesnesi”dir. Mona Lisa’yı seyreden kalabalıklar, onun derinliğine ve karakterine değil, ressamın “maharetine” hayran kalır. Mona Lisa’nın gizemli gülümsemesi merak edilir ama o gülümsemeden çok, onun dudak kıvrımlarına öyle bir gülümsemeyi yerleştirmeyi başarmış ressamın hünerine hayran olunur. İşte Füsun da, Orhan Pamuk’un Mona Lisa’sıdır. Orhan Pamuk’un hünerini sergilemeye ihtiyacı var mıydı? Belki de vardı... Belki de Masumiyet Müzesi, onu “ulusalcı kalabalıklara” yeniden sevdirecek bir maharet simgesi.... Mazlum Füsun ise, bu maharetin bir nesnesi, derinlikten yoksun, plastik bir izlenim. “Kadın”, bu romanda plastik bir izlenim. Bu çerçevede ortaya çıkan önemli bir sorunsal, egemen erkeğin iç dünyasının ayrıntılı analizi ile kurbanın iç dünyasının güdüklüğü arasındaki çelişkidir.
Bazı müzeler de “ibret olsun” diye kurulur. Batı Avrupa ülkelerindeki işkence müzeleri böyledir. “Bu suçlar, yüzyıl sonra hatırlansın, tarihten ders alınsın” müzeleridir bir anlamda. Masumiyet Müzesi, Batı Avrupa’da gördüğümüz türden bir “işkence müzesi” ya da soykırımı anlatan müzeler gibi midir? Yani, “kadının içini boşaltma suçumuzu, kadını karakterden yoksun kılma suçumuzu hatırlayalım ve bu konular hakkında kafa yoralım” müzesi mi? Kurbanı yüceltmek mi? Kurbandan ibret almak mı? Müzede sergilenen eşyaların, bu anlamda bir ibretlikle bir ilgisi olabilir mi? Yoksa söz konusu müze “oryantal”in, önce öldürüp sonra tapınmacı-ağıt-yakmacı aşk anlayışını, kadını türbeleştiren anlayışını sergileyen bir müze mi? Acaba, adı üstünde, Masumiyet Müzesi, suçsuzluk, kurbanlık, fiil ehliyetinden yoksunluk müzesi mi? Masumiyet, romanın tüm hikâyesinde mi somutlaşıyor yoksa salt Füsun’un ölü bedeninde mi?
Aslında Tabii Hiç de Sonuç Olmayan Sonuç
Yoksa acaba bu masumiyet, ne olup bittiğinin hiç de farkında olmadan, Ti Ar Ti ve askeri geçit törenleri izleyen, hep nesne olmuş, hiç özne olamamış, sınırlı bir kesim dışında olup bitenleri “tevekkülle ve sonsuz hoşgörü ile karşılamak zorunda kalmış” dönemin/belki de her dönemin; kapatılmış, ezilmiş, bastırılmış, kıstırılmış “sokaktaki Türk halkında” mı somutlaşıyor? Füsun, -kendisi ile doğru dürüst bir ahid akdedecek doğru dürüst bir “Tanrı”dan yoksun bırakılmış- dönemin “zavallı” Türk halkını mı temsil ediyor? Tanrı erkektir, inananlar kadın. Bu “kadın”-millet, bu ebedi “hiçbir Tanrının çocukları”, o dönemde hakikaten doğru dürüst bir Tanrıdan yoksun muydu? Yoksa Tanrının bir kabahati yoktu da, bir türlü doğru dürüst bir ahid metni kaleme alamıyor muydu? Hep, Tanrıları tarafından yarı yolda bırakılmış, olandan bitenden uzakta kalmış ya da kalmayı başarabilmiş (“Hayat Güzeldir-filmini çevirmiş) masum/kurbanlar (yoksa bilinçaltı ile ilişkiye geçememiş, hukuka aykırılık bilincine varamamış suçlular mı? Eh, o da bir nev’i kurbanlıktır) olarak anılıyorlar? Masumiyet, neden mazlumiyet anlamına geliyor bu coğrafyada? Kadın için ve tüm “ötekiler” için. Hapse henüz girmiş ya da hapisten henüz çıkmışlar da bir nev’i kurbandırlar. Geçmiş olsun kardeşim! İraden dışında hapse girmiş bulunmuşsun! O zaman Ti Ar Ti (şimdi de pek çok kanallı tek kanallar(!) seyredip, kaderine razı olan, özne olamamış, bilinçaltını, bilinç düzeyine taşıyamamış, temel bir “hali”, kendi “halini”, reşit olarak yorumlama yetisinden yoksun masumlar aşkına soruyorum... Müze’si geldi mi böyle masumların? Müze vakti geldi mi? Hayır, henüz gelmedi galiba... Hala, eski “davaların”, bilinçaltının kör karanlık köşelerine sinmiş acıların hesapları görülmeyi bekliyor...Tacize uğramış, kötüye kullanılmış küçük çocuk Türk halkı, hala reşit olmayı bekliyor.
Bu son düşünce çizgisi, feminist okumayı aşkın, ayrı bir siyasal-toplumsal-kültürel okumayı gerektiriyor. Dilerseniz onu sonra ve başka bir yerde yapalım. Sona ererken, makalemize attığımız başlığı “yeniden” gözden geçirelim ve değiştirelim: “Masumiyet Cinayeti: Hayallerim, Plastik-Aşkım, Artık Çok Uzaklarda Kalmış Hadım Edilme Kompleksim ve Masumiyet Müzem” Şimdi dördüncü okumaya!
0 yorum:
Yorum Gönder